Deneme

Bir gün döneceğiz…

Kasım 5, 2018 at 2:31 am Yorum bırakın

Zil Çaldı, Gol Geldi

Bu yazı  maç analizi içermemektedir.

Kolajlar

İvan Pavlov; Nobel ödüllü Rus fizyolog, ünlü psikolog, fizikçi hekim.  Bence köpeklerin ağızından salya aktırtan adam… Hikayeyi herkes biliyor işte. Zile basıyor, o sırada köpeğe et veriyor. Bunu sürekli  yapınca bir süre sonra et vermediği halde zile basıldığında köpeğin salyaları akmaya başlıyor falan.. Mide üzerine de araştırmalar yapan harika biridir de  kendisi ama Rennie’yi bilmez mesela. Mourinho da beni.. Chelsea daha 10 dakika olmadan golü bulunca mideme kramplar girmeye başladı fakat böyle maçlarda erken yenilen gol her zaman daha iyidir. Eğer yiyeceksen, erken yiyeceksin. Bu günlük hayattaki beslenme kurallarında da böyle. Mesela Akşam 8’den sonra yersen çıkartamazsın. Gol de böyle bir şey işte. 80’den sonra yersen çıkartman zor. Zorlarsan belki.. Dikkat et, kontra yemeyesin. Yağlı gelebilir…

Eboue’nin Galatasaray’ın sağında, chelsea’nin solunda kaptırdığı top bir anda çizgiden hoop ceza sahasına girince fernando torres sadece dokundu. İyi yedik ?

En büyük açığımız kalemizde golle sonuçlandı. Maç boyunca da bu kadar büyük bir hatamız olmadı. Bu arada kedigillerden Muslera’nın yaptığı hiçbir şey hata olarak kabul edilmiyor benim nazarımda. O hariç… Kaldı ki hata yapar yapmaz telafi de eden ender kalecilerden. Allah bize bağışlasın inşallah onu. Maça adeta 1-0 yenik başladık ama dengeleyeceğimiz aşikardı. Hayır, ortada bunu düşündürtecek somut bir oyun yoktu o dakikalarda ama Galatasaray Avrupa’da her takımla başa baş oynar. Kadro olarak değil belki ama düşünce, ruh, hırs olarak. Bu böyle.

Hakan Balta bek oyuncusu olmasına rağmen ağır kalıyorken, stoper olarak da hem ağır hem de hamlesiz olması en büyük zaafımızdı belki ama o hatadan çabuk dönüldü. Hajrovic 30. dakikayı ya gördü, ya göremedi derken oyundan alındı. Kendisi adına  büyük talihsizlik ama turu bu kadar çabuk kaybedemeyiz diye fısıldadı kulağına Mancini. Gönlünü aldı izet’in.  İşte tam da burada Mancini diyorum. Bu kadroyu sahaya sürdüm ama erkenden değişiklik yaparsam geri vites yapmış gözükür müyüm, karizmam çizilir mi, tükürdüğümü yalar mıyım  düşüncelerinden uzak, işi için egolarına benzin döküp yakabilen dürüst bir beyefendi. Oyunu iyi okuyup hajrovic yerine Yekta ile orta alanı güçlendirmesi maçı dengeledi ve hatta Melo önderliğindeki Galatasaray orta sahada bariz üstünlük kurup dikine dikine gitti chelsea cephesine. Korkusuzca, savaşarak!

Maçla alakalı en fazla bu kadar teknik konuşabilirim.  Dakika dakika, koşu mesafeleri, isabetli pas, gol girişimi falan bir yere kadar. Eğer onları ballandıra ballandıra yazıp çizerek anlatacak olsaydım tabii ki abartıyorum ama lig tv’ye yorumcu olurdum zaten. Gerek yok şimdilik. Kısacası, Hocamız Mancini zile basınca istediğini almak için hazır hale gelip, siper alan bir Galatasaray kurmak üzere. Ha kurdu, ha kuracak. Ya da eli kulağında. Boş yere mücadele etmiyoruz, bir akıl hocası önderliğinde, ne yapmak istediğimizi bilerek, maçın temposunu ayarlayarak sonuca gitmeye çalışıyoruz. Yani aslında biz olması gerekeni yapmayı öğrenmeye başlıyoruz. Eğer şampiyonlar ligi’nde Chelsea’ye karşı oynuyorsanız, ve hatta Mourinholu Chelsea’ye karşı oynuyorsanız  futbol  çekilir düzeyde bir oyun olmaktan çıkar. Kabusa dönebilir.

Peki öyle oldu mu? Ben kendi gördüğümü söyleyeyim, sizinkiler size kalsın. Galatasaray ataklarını sindirip kontrayla gol bulmak isteyen bir chelsea vardı sahada. Bu chelsea, şampiyonlar ligi’nin gediklisi, ingiltere’nin en pahalı ikinci takımı olan chelsea…

Kısa keserek sonlara geliyorum. Roberto Mancini Galatasaray’a Üniversiteyi okutacak olan hoca. liseyi falan başarıyla geçtik tamam da üniversiteli olduk artık. Üniversite  farklıdır. Kızlar teklif eder falan…

Sene başındaki hepimizi üzen yönetim ve fatih terim arasındaki tatsızlıklardan sonra büyük bir kesim Roberto Mancini’ye sanki suçlu oymuşcasına tavır aldı. Bunlardan bir kısmı yavaş yavaş kendisine ısınmaya başlarken, diğer yanda  bir şey olsa da eleştirsek diye pusuda bekleyenleri mevcut. Yapmayın çocuklar… Ya da,

Pavlov’un köpeği bile olamadan, kendisi gibi olmaya, davranmaya çalışmayın bari be :(

Şubat 27, 2014 at 4:20 am Yorum bırakın

Galatasaraylı

Son yazıyı 2010’da yazdıktan sonra 2012’nin sonlarına yaklaştığımız bu günlerde de eski yazılarımdan bir tanesini kullanarak,  aslında uzun ama dilde kolay olan 2 yıllık süreç sonrası maalesef çok emek isteyen bu blog alemine yeniden heves edip, bir arkadaşa bakıp çıkacağım edasıyla tekrar döndüm.  Şimdilik,  emekli olduktan sonra bir süre başka işlerle uğraşıp, azalan ilgi sonrasında da  kürkçü dükkanına dönüş için  yeniden yeşil ışık yakarak  tanıdıkların  kıyağıyla antrenman pistlerinde test aracına atlayıp en iyi tur zamanları için dönen Formula 1 sürücüsü gibiyim. Performans beğenilirse, önümüzdeki yarışlarda podyumu zorlayabiliriz.

Nedense her yazdığım cümle uzadıkça uzuyor. Nokta koymaya kıyamıyorum bazen. Buna engel olamayınca da cümle başıyla sonu çok farklı yerleri ziyaret etmiş olabiliyor. Yine de  orta  yolu bulup anlatmak istediğimi aktarabiliyorsam yeterlidir.

Gelelim mevzuya.

Şimdi biraz sitem gibi olacak ama o zaman da nasıl dolduysam artık günümüz taraftarına kızarak  önceden  yazdığım bu yazıya denk gelince buraya kopyalayıp bir kez daha paylaşmak istedim. Ben, her ne kadar Galatasaraylı  taraftar üzerinden yazdıysam da diğer  takım taraftarları  rolleri değiştirip kendilerine uyarlayabilir.

Not: mümkünse yazıdaki youtube linklerini zamanı geldiğinde açın, izleyin ve sonra okumaya devam edin.

14 yıl…

o dönemin sonlarına doğru dönseniz, üzerine sarı-kırmızı’yı çekivermiş birini bulup sorsanız ‘ şampiyon olmak ne demek?’ minvalinde.. derdi ki ‘ şampiyonluk mu? şampiy… kusura bakmayın ama hatırlayamayacak kadar uzun zaman oldu.’
evet, kaçmayın oradan. bulmuşken böyle birisini usanmadan sorun.
-inanç nedir?
+galatasaray.
peki ey yüce insan, sen söyle! inanç varken umutlar tükenir mi?


ne kadar ısrar ederseniz edin, zorlayın. o,  sadece Galatasaray! diyecektir.  o  çok bekledi…

dalga geçercesine, sinirleri alnmışcasına umursamadan. tek bildiği yoldan, sevdasından sapmadan! inanç ve sevginin kutsal karışımından mıdır nedir bilinmez ama yıllar sonra, o gün geldiğinde…

7 haziran, 1986/87

takribi 50.000 küsür kişi, şampiyonluk maçı, hep bir ağızdan; ‘ seni sevmeyen ölsün!’
cevat… muhammet…

maç başladı. daha 20 dakika geride kalmadan frikikten attı biriciğimiz, cevatımız. akabinde dakikalar elli küsüre geldiğinde muhammet… attı be! ne attı be!.. skor olmuş mu 2-0 ? sami yen coşmuş mu durmamacasına?
an geldi eskişehirspor golü buldu. tamamıyla buz kesmişti her ne kadar tavrından taviz vermemeye çalışsa da mabed. az değil. kalmış 15-20 dakika… simovic’in elleri belki de hiç bu kadar titrememişti. sorsanız cevat’a, belki de hayatının en anlamlı golüydü. uğur, hiç böylesine yorulmamıştı. sahaya çıkan bütün aslanlar inancıyla oynadı. bu nasıl bir inanç? şu bahsettiğimiz, dönemin taraftarında bulunan, sevgi ile bağlılığın kutsal karışımında ortaya çıkan inançtan.

ali sami yen, şu an 30.000 bile değil. o zaman ise günümüzde bile olmayan 30.000’in 2 katı kadar ağlayan galatasaraylı vardı orada. göz yaşlarının ilk defa sel olduğunu görmüştü kimisi.

sen, günümüzün modern galatasaraylısı! uefa kupası’nı, süper kupa’yı gördün. üst üste şampiyonluklar yaşadın. sen hiç 14 sene bekledin mi ha nankör? kitle iletişim araçlarının sunmuş olduğu rahatlıkla evinden, cebinden, iş yerinden takım desteklerken düşündün mü yağmuru, çamuru, 365×14’ ü ?
senin bir kuşak üstün efendidir. bu tavrına ağzını dahi açmaz. lakin seni ciddiye de almaz. saygı, hoşgörü, ruh, ayrıcalık ve en mühimi o inanç kalmamış yahu sizlerde. isim mi vardı? marka mı, tek tip pankart, taraftar, tezahürat mı vardı? rakip oyuncuya tutulan lazer, atılan su şişesi mi vardı? maçlardan sonra teker teker analiz mi vardı ? kanal bolluğu mu vardı be nankör? ah ulan nankör, kıymet bilmiyorsunuz. metrobüs ile, şahsi arabanızla, son model toplu taşıma araçları ile maçlara geliyorsunuz. yine de nankörlük yapıp ardınıza bakmak istemiyorsunuz. metin’i düşünmek varken küme düşmeyi bile göze alıyorsunuz. hani o hırs? 14 senenin götürdüklerini topladığın zaman ne çıkıyor biliyor musun? kocaman bir hırs yumağı. galatasaraylı babana, amcana sor sen bunu. o hırs akıllarına geldiğinde yaşlarına bakmaksızın çıkarlar sahaya. top diye oynarlar seninle. galatasaraylının hırsı da, inancı da, özgüveni de bunu gerektirir. şereftir o’nu sevmek. yükselecek arş’a kadar…

eski toprak hakikaten mütevazı. paraydı, puldu, yıldızdı… umursamaz. futbolcunun yıldızı o taraftar sayesinde oluşurdu. senin ata taraftarın böyleydi işte. peki ya şimdi niye burnu dik gezmek?
şimdi okudumuş olduğunuz galatasaray futbol takımı’nın tarihini sadece biz türkler olarak düşünmeyin. geçmişimizde gönül veren ecnebiler de mimardır. gönlüyle oynayan ecnebiler de… ben onlardan birini bile hatırlamayı unutursam utanıyorum. peki ya sen nankör galatasaraylı? bu umutsuzluk, umutsuzluğunun sebebi nedir yüce galatasaraylı?

azıcık şerefin, birazcık galatasaraylı yüreğin varsa her koşulda takımına güvenmeyi bil. hiç kimsen yokmuş, bu renkleri koruyacak başka biri daha yokmuşcasına savun takımını. göğsünü ger onun için. fakat bunu yaparken yine de bil ki milyonlarca omuz omuza verdiğin yoldaşın var. birbirinizi tanımadığınız halde farklı zamanlarda, ayrı mekanlarda ağladığınız, sevindiğiniz, koca bir yolun sonunu senelerce de olsa beklediğiniz ortak yanınız var. siz, galatasaraylısınız!

dedesinden, amcasından, babasından kalan sarı-kırmızı tohumu bir şekilde yeşillendirmeye çalışan, solduğu ve kuruduğu zamanlarda dahi geçmişini düşünüp gözyaşlarıyla ıslatarak canlandıran kardeşinizden sevgilerle… 17  Ağustos 2010

 

Kasım 29, 2012 at 7:20 pm Yorum bırakın

Bu Yıl Galatasaray’ı Biriktirdim

Mustafa İnci

Biriktirip, derledikten sonra geriye duyacağım son düdük sesiyle tümünü eksiksiz bir şekilde ateşe verebilmek için beklediğim gün olan otuz dördüncü haftanın bitmek bilmeyecek  ama bittiğinde de birazcık da olsa rahatlayacağıma inandığım son doksan dakikasına ayarladım çakmak taşını. İşte bu sevimsiz futbol yılının en iyi taktiğiydi. Akıllıca, belki de avutmaca…

Kafamın içinde hiç bu dönemde olduğu kadar rahatsız edici olamamış Galatasaray’a ait, ucu körelmiş bir kurşun kalemden çıkan karalamalara hedef olmuş kağıt parçaları, karanlık odada acemiye banyo ettirilmiş, içeriye ışık sızdırılmasına engel olunamamış hüzün ve hüsran belgesi niteliğinde yer kaplayan o an’ın tam seçilemeyen ve renklerin iç içe geçtiği anlamsız kareler, belki azıcık da olsa tebessüm ama çok çok ve çoook fazla karamsarlık notları var.

Beni güzel hayaller kurmaktan alıkoyan fısıltılar, bir türlü dindiremediğim fısıltıların her bir sonraki hafta biraz daha ses seviyesini yükseltmesi, fısıltıdan da öteye geçerek yoğun gürültülere dönüşmesi ne kadar acı vericiymiş meğer.
İşte tüm bunlardan kurtulmak için sindire sindire bekliyorum son doksan dakikayı.

Her şey elden birer birer kaçmaya başlayınca hedefleri küçülttük, küçülttük yerin dibine kadar küçülttük. Şöyle anlatayım, iyi geçen bir sezonun en can çekilen meyvesidir Fenerbahçe galibiyeti.  Biz amaçlarımızdan o kadar saptık ki her hedefimiz bir sonraki yıllara ukde kaldı. Güzel meyve diye nitelendirdiğim Fenerbahçe galibiyeti ise koca sezonun en büyük hedefi oldu maalesef.

Maalesef bunu da beceremedik !

Olsun… Artık  bu sezona ait  son doksan dakikayı bekliyorum.  İnşallah beynimde karalanmış bir halde yer kaplayan ve yakılmayı bekleyen buruşuk kağıtları ateşe verdiğimde, Galatasaray adı altında isim barındıran karalanmış insanlar da önce kül olur, sonra ufak bir rüzgar ile yok olur.

Amin!

Mart 20, 2011 at 8:42 pm Yorum bırakın

il buono, il brutto, il cattivo

iyi, kötü, çirkin… Sergio Leone… 1966… Clint Eastwood’un/Sarışın, Nam-ı diğer iyi rolü ile döktürdüğü baş yapıt. Elbette Tuco(çirkin) rolündeki Eli Wallach’ın ve Melek Göz(kötü) rolündeki Lee Van Cleef’in performansları da harika.

Biraz kendinizi hayata kaptırıp bu tip baş yapıtlardan uzaklaşmak gerekiyor. Daha sonra geri dönüp onları yeniden izlediğinizde size verdikleri haz neye benziyor biliyor musunuz? Tıpkı klasik bir arabayla keyfine tur atmak gibi… Ya da puro koleksiyonunuzdan bir havana işi yakıp yanında bir kadeh buzlu viski yuvarlamak gibi…

Fazla uzatmayalım. İlk 5-6 dakikasında tek bir sözün geçmediği, genelinde de oyuncuların sözle değil eylemle faaliyet gösterdiği film sizi oyunculukla ve bir klasik haline gelen film müziği ile çarpıyor zaten.

Kendinize zaman ayırın ve bu filmin keyfini çıkarın.

Ocak 17, 2011 at 8:50 am 1 yorum

BİZİMLE KİMSE BAŞA ÇIKAMAZ

Bu önerme Galatasaray Basketbol Takımı pivotu Erman Kuqo’ya ait. Twitter hesabından derbi galibiyeti için bu yakıştırmayı yaptı. Kazandıkları ve hatta destan yazdıkları bir maçtan sonra galibiyet kutlamak, döktükleri alın terinin karşılığında bu denli sevinmek onların hakkı.

Maç analizine gelelim, Galatasaray maça Fenerbahçe karşısında oldukça tutuk ve oyunun her iki alanında da kötü başladı. Aslında iki yarının başına da aynı şekilde başladı diyebiliriz. Rahat pozisyon bulamıyor, savunmada ise Rochestie’nin Ukic’e her pozisyonda yenilmesinin ve rahatça geçilmesinin sonucu olarak sürekli boş atışlar veriyordu. Hatta öyle bir durum oldu ki; uzun oyuncuyu bile perdeye çağırmamaya başladı Ukic, çünkü zaten rakibi Rochestie’yi rahatça geçip gidebiliyordu. Rochestie Ukic savunmasında yenilince 5’e 4 kalan Galatasaray savunması da çaresiz yardımlar götürüyor ama Fenerbahçe kısaları özellikle de Ukic, boş adamı rahat buluyordu. İşte bu anlarda Fenerbahçe’nin boş atışları kaçırması ve saha içi isabet yüzdesinin düşük olması Galatasaray’ı oyunda tutan etkendi. Bunu gören Oktay Mahmuti centerı Radoslav Rancik olan ve daha önce denediğine sahit olmadığım 4 kısa 1 power forvetli beş sürdü sahaya. Bu ya çok ters tepecekti yada başarılı olacaktı. Sonuç olarak Oktay Hoca’nın bu taktiği başarılı oldu, hatta öyle verim verdi ki; Oktay Mahmuti momentumu kaybettiği dakikalarda tekrar bu sisteme başvurdu. Bu taktiğin tutmasındaki en büyük etken, rakibi Galatasaray bu hamleyi yapmışken, Neven Spahija’nın guard tercihinin Lynn Greer olmasıydı. Amerikalı oyuncu ne kadar iyi bir skorer olursa olun kesinlikle bir point guard değil, zaten geldiği takım olan Olympiacos’ta da shouting guard oynuyordu. Fenerbahçe’de biraz da mecburiyetten oynadığı point guard mevkii, onu ve takımını her maçta çok zor durumda bırakıyor. Greer’in point guard oynamasını fırsat bilen Oktay Hoca, takımına tam sahada baskılı bir savunma yaptırdı ve 3 savunma üst üste top çaldı Galatasaray. Hatta 4. savunmada top çembere atıldığı için salondan kısa süreli uğultu yükseldi, o anda yapılan savunmayı ve piskolojik baskıyı tahmin edin. İlk çeyrek sonunda oyuna dönen Galatasaray ikinci çeyrekte rakibiyle başa baş bir mücadele gösterdi. Galatasaray şu anda Avrupa’nın en iyi savunma yapan 2-3 takımından birisi kesin olarak. Oktay Mahmuti ile yerleşen bu disiplin ve bilinç 3. çeyreğin başında biraz sekteye uğrasa da, çeyrek sonunda takım kendisini toparlamayı başardı ve Fenerbahçe’ye ciddi fark yapma şansı vermedi. Son periyottaysa inanılmaz bir Galatasaray savunması vardı sahada. O çeyreğe kadar boş atışlar bulup değerlendiremeyen Fenerbahçe oyuncuları, o çeyrekte potayı göremediler desek yeridir. Eğer yanılmıyorsam ilk saha içi isabetlerini yaklaşık 6.30 dakika geçtikten sonra bulabildiler. Son çeyrekte rakibine hiç şans vermeyen bir Galatasaray takımı vardı sahada. Bütün maç Fenerbahçe kaçmış, Galatasaray direnç gösterip rakibini yakalamıştı. Ancak son çeyrekte Galatasaray oyuna ağırlık koydu ve rolleri değiştirdi. Savunmada da vitesi arttırınca Fenerbahçe rakibini yakalayamadı. Fenerbahçe gibi hücum potansiyeli yüksek iyi bir euroleague takımını 56 sayıda tuttu ve maçı 67 sayı atarak kazandı.

Maçın 3. çeyreğinde maç adına kritik bir an yaşandı. Ömer Onan topla dribbling yapıyordu ama Galatasaray savunmasına takıldı. Arkasından inanılmaz bir şiddette itiraz etti, faul bekledi. Ömer’in şiddetinden daha büyük bir tepkiyi ise Coach Neven Spahija gösterdi. Hatta Hırvat Coach tepkiyi abartmıştı ki; teknik faul gecikmedi. Aslında o pozisyonda Ömer Onan’da teknik faul almalıydı ama hakemler sağduyu göstererek Ömer’i es geçtiler. Tartışmalı pozisyonu bende 2-3 kamera açısından evimde etüd edebildim. O pozisyonda Ömer’e gerçekten faul var, Haluk Yıldırım savunmadayken elleri yana açık duruyor ve Ömer bu ele kafa hizasından takılıyor. Arkasından da alttan top temiz bir şekilde çalınıyor. Ancak pozisyon çok karambol ve o anda yakalamak gerçekten zor. Bende tekrar tekrar gösterildikten sonra yakalayabildim. Bu pozisyon maça etki etti demek Galatasaray’a büyük haksızlık olur zira o olaydan sonra hatrı sayılır bir süre vardı Fenerbahçe için. Zaten Coach Spahija’da o pozisyonun maçı bitirmediğini, Galatasaray’ın maçı hakettiğini kesin bir dille belirtti maç konuşmasında. Bu pozisyonun Fenerbahçe cephesinde bu kadar infaal yaratmasının en büyük nedeni, maçın o dakikalarında artan Galatasaray baskısı ve bu baskının sonucu olarak Fenerbahçe’nin kendi oyununu oynayamamasıdır. Yoksa Spahija ve Ömer gibi tecrubeli isimler teknik faul pahasına bu kadar itiraz etmez, konsantrasyonlarını oyuna verirlerdi.

Galatasaray taraftarı galibiyet ve liderlik coşkusunu sonuna kadar yaşadı dün akşam. Bunu sonuna kadar da hakettiler. Spahija itiraz ederken sahaya atılan (Galatasaraylı oyuncular ve Mahmuti hemen engelledi) maddeler dışında rakibe oyunun kuralları dışına çıkacak bir saldırı gerçekleşmedi. Dönem dönem küfürler oldu, keşke olmasaydı ama geçmiş derbilere bakarak üzecek olayların oldukça az olduğunu ve hatta hiç olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Galatasaray bugün lider olabilir ancak bunu sürdürmek ve şampiyonluğa oynamak için mutlaka Rochestie’den kurtulup yerine gerçek bir point guard almak zorunda. Ayrıca pota altınında takviye edilmesi gerekiyor.

yazan: cnyvz

Aralık 30, 2010 at 7:43 am Yorum bırakın

GALATASARAY:1 BEŞİKTAŞ:2

Hayatımda ilk defa zirveden bu kadar uzakta oynanan bir derbi maçına gittim dün. Galatasaray’da sıkıntılar malum; yönetim çatlak, futbolcular sakat vs.  Beşiktaş da bizim geçen sene geçtiğimiz tünele girmiş, çıkışı ararken ha bire duvara çarpıyordu haftalardır. Bu şartlar altında ne bir derbi heyecanı vardı ne de maçtan bir kalite beklentisi.. Zaten maça gelenlerin bir çoğu Sami Yen’de son derbi diyerek almıştı biletini. Bir de Beşiktaş maçı rahatlığı vardı üzerimizde ama bu sefer olmadı.

Hagi bizim için çok özel bir adam. Kötü bir şey söylemek eleştirmek zor ama anlayamadığım bazı şeyler var. Mutlaka Hagi’de bunların bir cevabı vardır ama ben bir çok ihtimali düşünüp bunların cevabını bulamadım. Hagi gerçekten Galatsaraylı bir adam. Bu zor zamanda görevi kabul etmesi para pul iş güç için değil tamamiyle bu nedenledir. Anlayamadığım şeyler Misimovic olayıyla başlıyor. Hoca Hagi olduğuna göre bu kararın onun tasarrufu olduğunu kabul ediyorum öncelikle. Taşın suyunu sıkmak için göreve geldikten sonra taşın en çok su çıkacak parçasını bu kadar çabuk koparıp atmasını algılayamıyorum mesela. Misimovic olmayınca Sabri’yi ortaya çekip sağ beke Ali Turan’ı çekmek zorunda kaldı. Quaresma’sız hücum yönü zayıf olan Beşiktaş’a alternatif yaratmaktan başka bir işe yaramadı bu hamle. Bütün planı geride bekleyip Guti’nin atacağı toplarla gol aramak olan Beşiktaş Ali Turan’ı görünce hemen Holosko’yu sola çekti ve hücumda maden buldu. Sonuç olarak da 20 metre Holosko’yu kovalayan Ali Turan ceza sahasında adamın ayağına kayma gereği hissetti nedense. Bunu halı sahada yapana bile ilk defa mı top oynuyorsun diye sorarlar. Forveti olmayan takımda Sabri’yi öne atıp orta yapması da beklenmiyeceğine göre Sabri’yi öne atmak bence bariz bir hataydı. Sahada Holosko’yla beraber en hızlı adam sendeyse ve mevkisi sağ bekse onu Holosko’nun karşısına koyarsın. Ama Misimovic olmayınca Mehmet Batdal’a da güvenemeyince kendi kendini buna mecbur etti. Yine de Barış alternatifi düşünülmeliydi kesinlikle. Takımda zaten yeteri kadar kendi mevkisi dışında oynamak zorunda kalan oyuncu varken Ali Turan’ı sağ bek daha sonra da Servet’i çıkarıp Cana’yı stopere koymak gereksizdi. Devre arasında ve gelecek transfer döneminde Hagi’nin yapacakları daha da önem kazandı artık. Çünkü yapılanlar, ‘ama takımı kendi kurmadı ki’ diyerek açıklanabilecek şeyler değil sanki.

Beşiktaş da dibe vurmuş bir halde çıktı bu maça. Ernst ve Aurelio ile orta sahalarını güçlü tutmaya çalışsalar da hem pozisyon verdiler hem de sezon başından beri hiç olmadığı kadar geriye yaslandılar. Fakat daha 8. dakikada attıkları penaltı golünün avantajını da iyi kullandılar. Bizim orta saha boşalınca Guti’ye öyle bir alan kaldı ki o kalitedeki bir adamın asist yapmaması mucizeydi. O da topu Nobre’nin kafasına koydu adeta. 60’ların futbolu diyen Schuster pek de modern bir görüntü çizmedi dün ama yine de Rijkaard’a ağıt yakan ben bu adamın Türkiye’de kalmasından yanayım, umarım Beşiktaş bunu becerebilir.

Maçın hakemi Cüneyt Çakır şampiyonlar liginde maç yönetiyor ama burada yaptığı işleri anlamak zor. Manasız sarı kartlar, aynı pozisyondan birine devam deyip 10 saniye sonra aynısına faul çalmak gibi tutarsız kararlar, avantaj uygulamaları çoğu kez hatalıydı. İlk yarıda aleyhimize, ikinci yarıda ise lehimize ama istediğimiz herkese aynı muamele. Demek ki hakemler ya renklerden sıyrılamıyorlar maçlara çıkarken ya da onlar da maç seçiyor.

Taraftar nihayet tepkiyi doğru yere yöneltti ve yönetimi istifaya davet etti. Bu sürede kaybettiklerimize daha çok yanarız. Koltukların sökülmesi ise taraftarın çıldırmasından dolayı değil, Ali Sami Yen’den hatıra almak içindi bunu not düşelim. Adnan Polat kadar da kimse bu taraftarı kandırmamıştır sanıyorum. Artık tek beklentimiz bu şerden hayır çıkması olacak ama ne olursa olsun biz mabetten ayrılırken son iki derbiyi kaybetmiş olarak ayrılacağız. Oysa biz orda kimleri devirdik, kimler korkarak geliyordu, kimler galibiyet yüzü görememişlerdi. Guti’ye Beşiktaş formasıyla nasip oldu mesela…

yazan: hadomer

Kasım 29, 2010 at 2:48 pm Yorum bırakın

“Més Que Un Partido”


Bir maçtan daha fazlası… Bu büyük futbol olayı için temelde söylenebilecek ilk cümle. Peki, dünyanın en formda iki takımının maçını, bu seviyede gerilimli kılan nedir? Veya, ne idi?

Bölüm 1: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

1930’ların son yılları; İspanya, iç savaşın doğurduğu bir kaos içerisinde… Milliyetçilerle, cumhuriyetçiler savaşıyor; İspanya tarihinin en kara dönemi epey kanlı geçiyordu. Dünyanın dört bir tarafından destek alan cumhuriyetçiler, dünyanın öbür yanını oluşturan Nazi Almanya’sı ve Faşist İtalya’nın desteğini almış olan General Franco’ya direnmeye çalışıyordu. Direnemediler… Ve General, Diktatör, Faşist Franco ülkenin başına geçti. Katalan ve Bask toplum, özgürlüklerini kaybetti. Dillerini konuşamaz, görüşlerini savunamaz oldular. Hatta bırakın savunmayı görüşlerini dile getiremezlerdi. İşte bu noktada, devreye Franco’nun bile susturamayacağı bir silah girdi. Futbol… Katalanlar, cumhuriyet yanlıları, eşcinseller, göçmenler, sol görüşlüler, liberaller, anti-militaristler ve daha nice Franco karşıtları, futbolu, Barcelona’yı kullanıp, öfkelerini kusabiliyor, görüşlerini belli edebiliyor, dillerini konuşup zaferler kazanabiliyorlardı. Hatta, durum o kadar enteresan bir hal almıştı ki; Camp Nou, adeta Franco düşmanlarının kalesi haline gelmişti. Bunun sportif yansıması da doğal olarak Real Madrid nefreti olarak vücut buluyordu. Nereden baksanız “Real” Madrid. Franco da bunun farkındaydı. Elini süremeyeceği tek yer Camp Nou idi. Joan Gamper gönderildiği sürgünde öldürülmüş olsa da söylediği söz 1899’dan beri akıllarda: “Més que un club.” Barcelona, bir kulüpten daha fazlası olmuştur ve öyle kalmaya devam edecektir.

Bölüm 2: “Madridista” Boyutu…

Olayın Real Madrid cephesine döndüğümüzde ise, yıllardır süregelen suçlamalar ön plana çıkıyor. Di Stefano transferinden, hakem ve maç manipülasyonlarına, devlet yardımlarına, vergi muafiyetlerine kadar varan bu suçlamalar; Real Madrid’i karşımıza devletin şımarık çocuğu olarak çıkarıyor. Karşılaştığımız bu ithamların çoğu hala bir efsane olarak bilinse de, Real Madrid’in, Real Zaragoza’dan biraz daha “farklı” olduğu su götürmez bir gerçek. İşin “Madridista” boyutu ise yangına körükle gider cinsten. Real Madrid’in en büyük taraftar grubu olan “Ultras Sur”; aşırı sağcı olmasının yanısıra, Lazio’nun taraftar grubu olan “Irriducibili” ile kardeş grup olmasıyla da yeterince antipatik bir görünüme sahip. Lazio taraftarını açıklamaya gerek duymuyorum. Bakınız; Paolo Di Canio (imam cemaat ilişkisi)

Bölüm3: Bir Garip Transfer Öyküsü

“Don” Alfredo… “Seni tarihe yazsam sığmazsın…” şeklinde methiyeler düzülebilcek bir efsane. Pele’ye göre futbol tarihinin en büyük futbolcusu. Peki, bu zat-ı muhteremin Zidane’dan, Rivaldo’dan farklı olarak konumuzdaki önemi nedir? Cevabı açık: Real Madrid’e transferi…
Di Stefano, River Plate takımında oynarken, ekonomik kriz yüzünden patlak veren grev sonucu, birçok Arjantinli oyuncu gibi Colombiya’ya gider. Burada; Millionairos forması altında 294 maçta 267 gollük performansı, ona Avrupa kapısını açar. İlk hamleyi yapan Barcelona olmuştur. Çetin geçen pazarlıklar sonucu imzaya gelen Di Stefano’yu, Madrid’de bi adam beklemektedir. İsmi çok tanıdık: Santiago Bernabeu… Dönemin Real Madrid başkanı olan Bernabeu; Di Stefano’nun aklını çelip (muhtemel Franco etkisi…), Di Stefano’nun aynı anda Madrid için de imza atmasını sağlar. Bunların üzerine FIFA’da kararı İspanya Futbol Federasyonu’na bırakınca, Barça için yine hüzünlü bir düş kırıklığı kapıda belirmiştir… Federasyon’un kararı gariptir. Dört yıl sürecek sözleşmede Di Stefano ikişer yıl oynayacaktır iki ezeli rakipte. Dönemin, Franco destekli olduğu iddia edilen, Barcelona başkanı Marti Carreto, bu teklifi kabul eder. Fakat baskılara dayanamayıp, bir hafta sonra istifasını vermek zorunda kalır. Barcelona, “Ben oynamıyorum!” havasında, Di Stefano’nun haklarını cüzi bir miktar karşılığı Real Madrid’e devreder ve Di Stefano ilk El Clasico’da “hat-trick” yapar. İşte bu olay rekabeti tam anlamıyla alevlendiren neredeyse ilk sportif unsurdur. Bunu hatırlatmak için mi, yoksa sadece masum bir vefa örneği midir bilemeyiz ama Real Madrid’in yaptığı her transferin imza töreninde, “Don” Alfredo orda durmaktadır. “Unutmayın!” der gibi…
Acaba, “Sarı Ok” Di Stefano’nun orada oturmasını sağlayan spotif faktör nedir? Bu kısım Barcelona taraftarlarını en fazla yaralayan kısım. Çünkü Real Madrid tarihinin en önemli oyuncusu olarak kabul edilen Di Stefano, Real Madrid forması altında geçirdiği 11 sezonda; 8 La Liga şampiyonluğu, üst üste ve toplamda 5 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 1 Kral Kupası ve 1 Kıtalararası Kupa kazanır. 282 maçta 216 lig golü ve Raul’un ancak 2005’de kırdığı 58 maçta 49 Şampiyonlar Ligi golü atması, Franco’nun futbol tarihine -doğruluğu hala tartışılan- etkisinin en önemli örneğidir.

Bölüm4: Futbol Artık Egemen (!)
Günümüze yaklaştığımızda ise; bu rekabetin artık sportif etmenlerden beslenmeye başladığını görüyoruz. 1985-90 arası Lineker, Koeman ile Hugo Sanchez, Butragueno’lu müthiş maçlar; ardından Cruyff’un yenilmez çocukları; sonrasında Figo transferi ve bunun sonucunda patlak veren domuz kafası olayı; Real Madrid’in “çirkin” Ronaldinho’yu transfer etmeyişi ve sonuçları; I. Los Galacticos döneminin kayması ve belki de bunun altında dilek tutan Laporta’nın zaferi… Peki, sırada ne var? Muhtemel bir Mourinho şov, çok formda iki dünya yıldızı…
Ne olursa olsun, şunu bilmemiz lazım; bu iki takım uzağa tükürme yarışması da yapsa, bunun altında başka anlamlar da yatacak. Bunlar ne kadar acı anlamlar ve hatıralar olsa da, sporu ve futbolu güzel yapan, izlenir kılan da işte bu bahsetmeye çalıştığımız anlamlar.
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, şimdilik hoşçakalın… Metin Aktaşoğlu

Kasım 28, 2010 at 2:40 pm Yorum bırakın

Kenan Sofuoğlu için Önce İtalya’dayız. ( bir yarış hikayesinden ötesi )

‘’24 eylül Cuma,25- cumartesi, 26-pazar’’

  1. ( çıtırdan giriş yapalım )

Geç kaleme aldığım bir yazı diyeceğim ama öyle de değil. Aslında 20-25 gün geçmiş üzerinden. Bir huyum var vazgeçemediğim. Daha önce gitmediğim bir yere gidiyorsam ve orayı çok beğeniyorsam önce bir toparlanmasını bekliyorum zihnimin. Çekmiş olduğum fotografları, kendine özgün yaşanan anıları, keyfi, an’ı bekletiyorum bir süreliğine.  Sonradan açıp notlara, fotograflara bakmak bir kez daha götürüyor o güzel yerlere. Kısa bir sürede, daha unutmaya yakınken bir kez daha hatırlıyorum, gitmiş oluyorum oralara bu sayede. Çıtırdan anlattım ki bu huyumu, yaşananları bir an önce anlatacağıma  söz verdiklerim, ulan Mustafa,  gittin o yarışlara, ülkelere haydi  yaz ki okuyalım diyenlerin  ufak da  olsa bir seçeneği olsun beni  affetmelerine dair. Beklettim bir hayli fazla zamandır.

Neyse efendim,  Kenan Sofuoğlu için, şampiyonluğunu görmek için 24 Eylül Cuma günü  Atatürk Havalimanı’na  sabah erkenden ayak basma sözü verdik arkadaslarımızla. Öncesinde, saatler 06.30 gibiyken florya’da 40 çeşitli bir kahvaltıya arz-ı endam ettik.  Boğazına düşkün biriyim. Lezzetin peşindeyim. Hal böyleyken peşinden gittiğimiz ağabeylerimiz, yanımızda tuttuğumuz kardeşlerimiz de bu yolun vazgeçilmezleri oluyor. Muhabbetin de, birbirine karşı olan saygının da, güzel güzel kahkahaların da kalbinin attığı yerlerdir yeme-içme sofraları.

Olabildiğince güzel anları anlatacağım. Giriş çıkış beklemelerini, pasaport kontrolünde geçen zamanı ( gerçi benim öyle bir problemim olmuyor. Fakat grubumuzda yeşil pasaport sahibi olmayan birkaç kişiyi beklemeden mi gitseydik yaaaniee?) atlayarak geçmenin derdindeyim…

24.09.2010 Bologna.

Birçok yerde gördüm ve görmeye devam ediyorum. THY’nin sunduğu imkanlar, bizdeki sistem, modernlik, rahatlık, internet ağı, ulaşılabilirlik, anlaşabilmek gibi imkanlar yoktu orada da.  Hani çok üzerlerine de gitmek gibi olmasın ama ilk 3 listesi yapılsa dünyada, ülkemiz temizinden o listenin gediklisi olur. Atatürk Havalimanı ile Bologna Havalimanı’nı değil karsılaştırmak, neyse bir karşılaştırayım;  bulutların üzerinde gallardo kullanmak ve  köy yolunda Lada Samara kullanmak. Bu ikisini samimi bir şekilde düşünün. Daha da kıyas yapmam. Bir çok ülkede böyle bu. Ha ama İstanbul’un farkı dersin, böyle olmak zorunda dersin vesaire… Bir şey diyemem.

İndik güzel güzel Bologna’ya. Havaalanı’nın en büyük artısı önceden oda ayırttığımız Sheraton’ın  hemen yanı başında olmasıydı. Sheraton konusuna da değineyim bu arada. Hani ismine bakarsın, dünyanın her yerinde Sheraton, Sheraton’dır  dersin. Yok öyle değilmiş. Yine bizdeki kalite yok anasını satayım.  Bu gözler ne gördü?- Pis aksanıyla İngilizce konusmaya çalışan İtalyan resepsiyonun, ‘’ eğer internet imkanından faydalanmak istiyorsanız bu sözleşmeyi imzalamalısınız.’’ Uyarısını. Sözleşmede iki seçenek var. 12 saatlik wireless kullanımı 15 euro. 24 saatlik wi-fi kullanımı 25 euro. Adamlar ayak üstü şoka soktu beni. Hani derler ya, ‘’yemişim parasını’’ aynen öyle. Parasını mesele ettiğimizden değil de, o ortalama üzeri otele verdiğimiz paranın yanında bu yaptıkları kazıklamaktan  başka bir şey değildi.  Önemli olan o da değil. Eğlenmeye, Kenan’ı desteklemeye gelmişiz.  Çıktık otelden. Bologna şehir merkezi’ne doğru gidelim dedik.  Hemen taksi çağırdık. Bembeyaz, son model taksiler geldi otel önüne.  Bindik.  Taksicinin taksimetresinde açılış fiyatı  7.5 euro yazıyor. Taksi dediğim araba da 6 kişilik. Ön koltuğa oturmak yasak.  Dedim ki  ( cümleye girişimi aktarıyorum. bizzat böyle konuştum. Yalan dolan yok )  ‘’ Sevgili piççccii sinyorrr, why 7.5 ?… ‘’

Abilerin sistemi duraktan çıkarken çalışmaya başlıyormuş. Geliş mesafelerini  de bize bindiriyorlarmış. Artı olarak 5 km ötedeki  Bologna piazza maggıore’ye ulaştığımızda da bindiğimiz kişi sayısı kadar kelle başı 1 euro daha alınıyormuş. Yani kısa bir hesap yapalım: otele gelip açılış fiyatını 7.5 euro’dan çakmak + 5 km yol + 4 kişinin kellesinden alınan 1’er euro = vardığımız zaman 25 küsür euro.

Günde en az 2 kere o yolu gidip geldiğimizi düşünün. Yemek, içmek, gezmek, eğlenmek derken bunu her gün tekrarladık. Bu sadece bizim taksinin masrafı. Peşimizden gelen 2 taksi daha oldu hep. Yani 10 türk, 3 taksi ile temizinden  450 euro bıraktı  3 günde sadece taksicilere.

Neyse diyelim buna da…  Ay’ın 24’ü hâlâ. Akşam olmuş yavaş yavaş. Akşam yemeği derdi de başlamış en masumane şekilde. Güzel şeyler var. Tam yemelik. İtalyan mutfağı güzel ama alışmak zaman alır diye düşünüyorum.  Biraz damak tadı farkımız var.  Fellik fellik en uygun yiyecekleri bulmak için girdik bir restorana. Güzeldi. Doyduk…

Cumartesi oldu. Bologna’dan Modena’ya doğru hareket ettik. Ferrari mağazası, Ferrari oteli, Ferrari kiralama, Ferrari ile ilgili her şey… orada da biraz eğlenelim derken 4 saati gömdük Modena’ya.  Harikulade bir ortam. Müthiş temiz, bakımlı, yeşilliği bol yollar, caddeler.. Orta yaşlı amcalar, teyzeler… Her yerden motor sesleri yükseliyor. Yanımızdan sürekli kırmızı ejderler geçiyor…  Bir bakıyorsunuz  50 küsür yaşında bir abimiz atmış eşini yan koltuğa. Güzel güzel geziyorlar. Arada bir gazlıyorlar. Araba Ferrari bu arada.  Öyle gençlerin altında pek göremezsiniz.  Genelde orta yaşlı ağabeylerde ateş gibi Ferrariler mevcut.

O gün kiraladım ben de bir tane Ferrari F430 F1 Coupe.  İstanbul’da tecrübe etmişliğim vardı birkaç kez. İstanbul park ‘ta…  Modena’da ayrı bir heyecan oldu tabii ki. Fakat adamların size güvenip, arabayı vermesi gerçekten inanılmaz bir şey. Sözleşmeye imza atıyorsunuz ama gözünüz korkmasın. Kaza yaparsam masrafları karşılarım diye bir madde falan yok. Sadece ‘’ bana bir şey olursa tüm sorumluluğu üzerime alıyorum.’’maddesinin altına imzayı çakıyorsunuz.  Önce yardımcı pilot veriyorlar yanına. 10 dakika test sürüşü var. Zaten saçmalarsan arabayı senden alıyorlar. Testi geçersen buyurunuz efendim diyerekten  anahtarları teslim ediyorlar.  Uzun uzun Modena asfaltlarında arabayla seviyeli bir ilişki kurduktan sonra Milano’ya geçmek istedim kırmızıyla. Kıyısından döndüğümü söyleyebilirim sadece.  Vazgeçtim… Sergen Yalçın’ın dediği gibi: ‘’ sıkıntı var’’ durumları yaşamamak için vazgeçtim. F430 f1 coupe isimli 4 tekerlekliye  sabredersen 340’ı görebilirsin.  Ha ama bana soracak olursanız  260-280  arasındaki ibreli sürtüşmeyi görür görmez hızımı kesip  dörtlüleri yakarak yol kenarına çektim.  Utanmasam ağlayacağım. O derece alışık olmadığım bir hıza ulaştım otobanda. Hayat bu kadar mı basit ulaaan diyerek 20 dakika kendime gelmeyi bekledim.  Yok arkadaş,  hiçbir şeye benzemiyor bu 260 ve 280 arasında kalma hadisesi. Yol üçgenleşiyor, renkler birbirine giriyor. Yol çizgileri dümdüz oluyor. Kesik kesik değil. Kilometre sayacı çat çat çat hızlı bir şekilde dönüyor.  Yola hakim olamaz hale geliyorsunuz. Müthiş bir kondisyon istiyor. Zaten taş çatlasa 20 saniye kalabildim o hızda.  O da ayrı bir fiyasko kendi adıma.  Her neyse, dediğim gibi çektim müsait ilk anda yol kenarına. O hızda uçak kalkıyor ulan dedim kendi kendime. Sonra insan olacağıma dair söz verip, sadece tv karşısında 300-360 km hızlara ulasılan Formula 1’ i izleyeceğime kendimi inandırdım.  Kısaca anılardan da bahsederken imola’ya uğrayıp sıralama turlarını izlediğimi araya sıkıştırarak Bologna’ya dönüş yaptığımı deklare ederim efendim…

Pazar: …

Aptal saptal kahvaltılara maruz kaldığımız sabah saatlerinden biriydi 26 eylül pazar günü de. Avrupa’da biz Türklerin yaşadığı en basit adaptasyon sorunlarından bir tanesi de budur. Bologna’dan İmola’ya doğru ilerliyoruz stresli bir şekilde. Geldik öyle böyle derken piste. Bekliyoruz Kenan’ın yarışını. Var daha 2 saat. O sırada da diğer yarışları izleyip,  7 x 5 metrelik  dev Türk Bayrağını nereye asalım diye fikir alışveriş yapıyoruz. Yarışa 20 dakika kala kararlaştırdık ve motorsporları tarihinde olmayan bir yere, Pitlane’in hemen üstüne asıverdik ay yıldızlı bayrağımızı.  Yurtdışında yaşayan gurbetçilerimiz de bayrağı görüp geldi yanımıza. İyi bir taraftar kitlesi çektik bölgeye. Bu işi de hallettikten sonra hemen pite girdim. Önce grid kontrolleri, sonra da Kenan’ın yanına gidiş…

Her zaman olduğu gibi yine çok sakindi Kenanımız. Yine sabitledi gözlerini asfalta. Takımı son kontrolleri yaparken, o da bir süre gözü açık biçimde daldı uzaklara…

Haydi Kenan, haydi şampiyon diyerek dilimden ne geliyorsa gazlayıcı tüm kelimeleri sıraladım.  O’nun da 22 tur boyunca gazlayacağını düşünerek..

Gerçi Şampyion yarıştan önce bir şey çok sık tekrarlıyordu: ” Çok zorlamayacağım. Birinci olmam çok da önemli değil burada. Yeter ki Laverty benim arkamda bitirsin yarışı. O benim arkamda kaldığı sürece İtalya’da 1. olmasam bile Fransa’da Şampiyonluğumu ilan edebilirim.” Fakat o da fazla dayanamadı ve biraz zorladı birinciliği işin açıkcası. Buna sebep olan en büyük nedenin de ‘biz’ olduğunu söyleyebilirim. Sırf desteklerimizi boşa çıkarmamak için 1. olmak istedi. Ben buna inanıyorum rahatlıkla. Bundan dolayı da pişman oldum. Çok pişman oldum hem de.

Derhal çıktım yine pitlane’in üst kısmına. Bizimle beraber olanları ve bayrağı kontrol etmek gerekiyor bu gibi durumlarda. Her an her türlü aksiliği çıkartmaları mümkün bizlere karşı. Cumartesi günü Kenan Sofuoğlu’nun takım odası önünde yaptığımız yaygaraya, tezahürata çok şaşırmıştı takım arkadaşları. Çok memnun da kalmışlardı aynı zamanda. Orada adımız çıkmış bir kere. Bunun sebep olduğu başka bir olayı da ilerleyen günlerde anlatacağım mümkünse.

Neyse biz yine dönelim pazar gününe. Yarış başladı ve çok nadir görülen cinsten bir çok geçiş yaşandı bu yarışta. Heyecandan buz gibi olduk. Her şey yolunda gidiyordu dışarıdan bakıldığı zaman. Fakat benle beraber izleyen herkese sordum ve hepimizin içinden geçen şey; ” son dakikaya kadar bir türlü gönlümüz rahat etmedi. Hep bir kaza olacak korkusuyla izledik.” olmuş. İşte korktuğumuz da son turda başımıza geldi maalesef. Adi, köpek Laverty eşşeği geçişin mümkün olmadığı o son virajda gereksiz yere çok yaklaştı Kenan’a ve kendisiyle beraner Kenan’ın da düşmesine neden oldu. Bundan daha vahimi ise o irlandalıyı kaldırmaya 6-7 tane yarış görevlisi koşarken, ilk düşme anının hemen akabinde Kenan Sofuoğlu’nun yanına bir kişi bile gitmedi. Kenan önce tek başına kaldırmayı denedi ama o kadar büyük bir yorgunluk var ki yarışmayan anlayamaz diyorum. Lütfettiler de bir tanesi gelip yardım etti Kenan’a son anda. Adalet bu ya, laverty önce kalkmasına rağmen! gazlayamadı. Kenan da bunu iyi değerlendirerek yine yarışı Laverty’nin önünde tamamlayarak kendisini ve bizi büyük sıkıntıdan kurtardı. Bu arada yarışı 3. sırada takip eden Kenan Sofuoğlu’nun takım arkadası, bu kaza sayesinde son 400 metrede 1. olarak podyuma çıktı.

Bu kazaya sebep olan Laverty’nin başka seçeneği yoktu. Şampiyonluk için elindeki en önemli ama en çirkef kozunu kullandı.  Tabii bu esnada biz ne kadar kendimizden geçtiysek artık hiç bilmiyoruz ama yanımızdaki tüm yabancılar uzaklaşmız bizden. Ben kendi adıma konuşacak olursam eğer, en son kendimi bulduğum yer; basın toplantısına doğru giderken Laverty’i getiren aracı ve içinde onu gördüğüm an ağır hakaretlerde bulunduğum geçiş alanıydı. Bir tane de sevgilisi var bu irlandalının. İyi ki sevgilime bir şey olmadı diyordu ayaküstü.  Gel de girişme  Cantona tekmesiyle suratına suratına…

Kenan Sofuoğlu öyle bir sporcu ki; Laverty’nin konuştuğu esnada tepkilerimizi bağıra bağıra sunarken ve yuhalerken bizi yatıştırarak ” abi boşverin. Hiç uğraşmaya değmez. Boşu boşuna adımızı kötülemeyelim.” diyebilenlerden. Bizim Kenan Sofuoğlu’na en çok yatıştırıcı etkisi göstermemiz gereken an içerisinde o’nun bizi yatıştırmasını artık nasıl yorumlarsınız bilemiyorum ama hakikaten kifayetsiz kalan kelimeler işte…

Yarıştan 4-5 saat sonra güzel bir akşam yemeği için araştırmalara başladık ve hakikaten çok da sağlam bir yer bularak damaklarımızı şenlendirmeye başladık. Zaten varız 3-5 kişi.  O gün de öyle geçti..

İtalya’yı böyle az çok anılarla anlatırken son birkaç şey söyleyeceğim ve sizler de şaşıracaksınız çok iyi biliyorum:

* Kenan Sofuoğlu’nun düşmesine sebep olan kaza nelere sebep olabilirdi?

– O kaza sonrasında Kenan’ın freni patlamış. Yani eğer bir tur erkenden olsaydı  o yarışı tamamlayamayacak ve şampiyonluk diye bir şey hayal olarak kalacaktı. Bunu Sofuoğlu’nun takımı haricinde hiç kimse bilmiyor. Bu bilinmeyen bilgiyi de buradan paylaşmak istedim. Bunu duyduktan sonra daha fazla sinirleneceğinizi çok iyi biliyorum. Eğer dediğim gibi sadece bir tur önce olsa gazlayamayacak ve şampiyonluğu Laverty’ye teslim edecekti.  Ne kadar keyif kaçıran bir durum değil mi?

* Peki bu kazaya sebep olan Laverty değil de Kenan olsaydı neler olurdu?

– O zaman kıyameti koparırlardı. Muhtemelen ceza da alırdı Kenan Sofuoğlu.

Bir Türk sporcusunun yaşadığı bu kadar zorluğa rağmen kendi kitle iletişim araçlarımızda dahi adam gibi Kenan Sofuoğlu haberi yapmayan, yampak istemeyen tüm patronlara, patronaj ilişkilere yazıklar olsun.  Yarışı takip etmesi için bir tek kişi bile göndermeyen gazetelere, televizyonlara yazıklar olsun. Kenan’ın kazasını ve buna kimin sebep olduğunu gazetelerden okudunuz ertesi gün. Bunun haberini, detaylarını  mail yoluyla biz gönderdik ülkem basınına. Ondan bile haberdar olamayacaklardı ne yazık ki ! Benim böyle bir görevim yok ama yine bazı şeyleri hatırlatmak için, insanlık olsun diye hiçbir kazancım olmadığı halde ilk haberi elden verdim.

Her şeye rağmen diyerek sözleştik İtalya’da. Haftaya Fransa’dayız. Magny cours’da şampiyonluk için bekleyeceğiz diyerek pazartesi günü bindik uçağımıza ve İstanbul’a döndük…

[ fırsat bulduğum ilk anda Fransa’ya gidişimizi, orada yaşadıklarımızı da aktaracağım. Fransa daha bir başka geçti. Daha heyecanlı ve stresliydi. ]

Yazan: Mustafa İnci ( tamsaha)

Ekim 30, 2010 at 11:24 pm 6 yorum

Galatasaray Medical Park 84 – 68 Tarbes GB

Kötü kaybedilen bir Cumhurbaşkanlığı Kupası ve tat vermeyen bir lig açılışından sonra bir nebze ilaç gibi gelen bir oyun ve farklı galibiyet. Maça fırtına gibi giren Sultanlar 10-2’lik seri ile rakibe ilk molayı aldırıyordu. Molanın dönüşünde etkisini artıran fırtına 21-2’lik skoru getiriyordu. Bu bölümde yapılan agresif savunma ve kazanılan topların hızlı hücumlarla bitirilmesi, skorun net özeti. Işıl’ın maestroluğunu yaptığı Sultanlar Fowles ve Augustus’un elinden sayılar buldu. Fowles ile ilgili ayrı bir yazı yazmak lazım, bu kadar etkili bir kadın uzuna sahip olmak gerçekten bir ayrıcalık. Oluşan 19 sayılık farkın ardından gelen oyuncu değişiklikleri ile değişen sahadaki beş, farkı açan beşe ayak uyduramayınca ilk çeyrek skoru 25-13 olarak yansıdı skorborda. İkinci çeyreğe savunma sertliğini artırarak giren Fransız ekibi karşısında bocalayan Sultanlar, bu bölümde farkın kapanmasına engel olamayarak soyunma odasına 4 sayı farkla galip gidebildiler: 38-34.

İkinci yarıya da maça başlar gibi başlayan Sultanlar farkı tekrar açmaya başladı ve Işıl, Fowles ve Augustus ile son çeyreğe 63-50 önde girmeyi bildi. Son çeyrekte de oyunun kontrolünü rakibe bırakmayınca İlk Euroleague maçımızdan 84-68’lik bir galibiyetle ayrılmış olduk.

Maçın skordan ve oyundan ziyade en sevindirici tarafı 10 sayı, 10 asist ile double-double yapan Kaptan‘ın dönüşü oldu. Savunmadaki gayreti ve kazanılan topları hızlı hücumlarla rakip potada sayı olarak görmemize yaptığı katkı görülmeye değerdi. Bu maç özelindeki hayal kırıklıkları ise, devşirme oynayan Michelle Campbell – nam-ı diğer Melisa Can’ın ve benzer bir durumda olan Doneeka Hodges‘ın fazla katkı yapamamaları oldu. Özellikle Melisa’nın kaçırdığı boş turnikeler ona hiç yakışmadı. Maçın iki yıldızı, Augustus ve Fowles’a ayak uydurdukları gün, bu takımı kimse durduramaz, benden söylemesi. Yerli rotasyonunda vasat olsak da yabancı rotasyonundaki kalite, bu sezon için pembe hayaller kurmamıza yeter de artar bile.

Avrupa’ya iyi başladık, iyi devam etmesi dileğiyle, maç istatistiklerini verelim:

Tuğba Palazoğlu    : (24:41, 11 sayı, 5 ribaund, 6 asist, 1 top çalma, 3 top kaybı)
Doneeka Hodges    : (17:11, 3 sayı, 3 ribaund, 1 asist, 3 top çalma, 2 top kaybı)
Ceyda Kozluca    : (05:01, 2 sayı, 1 asist, 1 top kaybı)
Bahar Çağlar    : (19:54, 8 sayı, 6 ribaund, 1 asist, 1 top kaybı)
Işıl Alben        : (27:19, 10 sayı, 4 ribaund, 10 asist, 2 top çalma)
Gülşah Gümüşay    : (10:22, 0 sayı, 1 ribaund, 1 top kaybı)
Gintare Petronyte    : (12:53, 8 sayı, 3 ribaund, 1 top çalma)
Melisa Can        : (20:06, 6 sayı, 2 ribaund, 2 top kaybı)
Nihan Anaz        : (05:48, 0 sayı, 1 top kaybı)
Seimone Augustus    : (29:38, 20 sayı, 7 ribaund, 1 asist, 2 top çalma, 4 top kaybı)
Sylvia Fowles    : (27:07, 16 sayı, 11 ribaund, 1 asist, 1 top çalma, 2 top kaybı, 3 blok)

1. ÇEYREK: 25-13
2. ÇEYREK: 13-21 (38-34)
3. ÇEYREK: 25-16 (63-50)
4. ÇEYREK: 21-18 (84-68)

yazan: thisisthebesttillwedobetter

Ekim 28, 2010 at 7:12 am Yorum bırakın

Efes Pilsen – Power Electronics Valencia

Bu adam, Nikola Vujcic! Euroleague’in babalarından, ligin ağır abilerinden. Yaş 32 olunca kadrosunu revize eden Olympiacos’ta tutunamadı. Split’te antrenmanlarına devam etti. Efes Pilsen İstanbul’a 2-3 gün önce falan getirdi bu usta ismi. Geçen yıl 7 yabancının sıkıntısını çok çektiler ama Vujcic ismi çok başka. Bu isme ben bile itiraz etmem, bu demek değil ki Efes’in yabancı tercihleriyle ilgili bir yazı gelmicek. Vujcic bugün; takımla doğru düzgün çalışmamışken sırf basketbol fundamentalı ve basketbol zekasıyla efsane Maccabi günlerinden kesitler sundu. Bu büyük ustayı saygıyla selamlayarak maç yazısına dalıyorum.

Efes ilk periyotta şöyleydi, böyleydi diyemiyorum çünkü skytürk’ün rezil yayını periyotu izlememi engelledi. Siyah ekrandan arta kalan vakitte gözlemlediğim kadarıyla Efes hücumda kısırlık yaşıyordu. Bu dakikalarda savunmasıyla ayakta kaldı Efes. Perasovic ilk defa takımına bu kadar hakim ve oyuncularına süre konusunda adaletli davrandı. Kerem Tunçeri her zaman ki gibi maestro gibiydi; Thornton tartışmasız benim için maçın yıldızıydı. Maç sıkıştığı anlarda Efes savunmada sıkıntı yaşamaya meyilliyken, savunma rebolarını tek tek topladı Thornton. Rebolarının dışında hücumda ceza şutlarını affetmedi ve bire birleriyle Valencia savunmasını çaresiz bıraktı. Maçta momentum Efes lehine döndüyse ve Valencia oyundan düştüyse bunda en büyük pay Thornton’undu. Vujcic çok uzun süre almamasına rağmen oynadığı dakikalarda inanılmaz zekasını gösterdi, ayrıca mücadele olarak da elinden gelenin en iyisini verdi. Hatta oyunda değilken bile saha kenarından heyecanı rahatlıkla gözlenebiliyordu Vujcic’in. Igor Rakocevic iki ucu keskin bıçak; inanılmaz bir şutör ve hücumcu. Ama bunun yanında her saniye top kaybı yapabilecek bir adam Rakocevic. Kendisinin basketbol sözlüğünde üst üste iki dribbling top kaybına denk geliyor. Maç içersinde öyle iki an denk geldi ki daha pozisyon başlangıcında top Rako’nun elindeyken kardeşime top kaybı yapıcak dedim ve Rako beni mahçup etmedi! Halbuki böyle bir hücum yeteneği Tunçeri’ye ayak uydursa topu ona teslim etse, sadece perdelerden çıkıp şut bile atsa her maç 20 sayısı garanti. Roberts Partizan’dan geldiğini sonunda hatırladı, rakibin azman pivotlarına nefes aldırmazken guardlara alıştıktan sonra pick n roll’lerde etkili olacağını bir iki pozisyonda gözümüze soktu.

Son paragrafı Ender Arslan meselesi için açmak istiyorum. Ender’in kötü guard olduğunu sadece ben mi görüyorum bilmiyorum ama Perasovic’i bu konu üzerinden eleştirenleri anlamak mümkün değil. Coach Ender’le Tau’da da çalıştı ve tanıdığı bir isim. Ender kesinlikle o seviyelerin oyuncusu değil, takımda kalmasının nedeni de yabancı kısıtlaması nedeniyle Wisniewski’nin TBL’de oynayamayacak olması. Ender eleştirilerinin bir diğer özneside Wisniewski’nin bekleneni henüz verememiş olması.

Efes Pilsen maçı 20’nin üstünde bir farkla kazanabilecekken 79-63 bitirdi.

yazan: cnyvz

Ekim 27, 2010 at 7:58 pm 1 yorum

FENERBAHÇE:0 GALATASARAY:0

Galatasaray yıllardır kazanamadığı Kadıköy’e her sene bu sefer kazanıcaz inancıyla gidiyor fakat 10 yıldır bunu başaramıyordu. Bu sene de henüz fikstür belli olur olmaz herkes ilk olarak Kadıköy deplasmanının tarihine bakmıştı. Öyle ya bu sene o seneydi artık. Ama işler Galatasaray için kötü başlamıştı ve bir türlü toparlanamayınca da Frank Rijkaard-Johan Neeskens ikilisi gönderilmiş yerlerine tüm taraftarın kabul edeceği tek isim olan Gheorghe Hagi getirilmiş Tugay Kerimoğlu da altyapıdan Hagi’nin yardımcılığına terfi etmişti. Ve tüm bu değişikliklere derbiden sadece 5 gün önce başlanmış ve 3 gün kala da sonlandırılmıştı. İşte tüm bu şartlardan ötürü Fenerbahçeliler zaten Kadıköy’de bir şekilde galip geldiklerini bildiklerinden tarihi farktan bahsederken, Galatasaray adının ne demek olduğunu özümsemiş insanlar ise o işin o kadar kolay olmadığını biliyor ve belki de bu 10 yıllık süreçteki en inançlı halleriyle bekliyorlardı maçı.

Maçın başlamasıyla ölü dedikleri Galatasaray’ın inancını gören Fenerbahçeli futbolcular sahada, taraftarlar ise tribünde şok olmuşlardı. Sahada Galatasaray takımı tribünde de taraftarı bir anda üstünlüğü ele geçirmiş, Kadıköy’deki o psikolojik eşik aşılmıştı ve Kadıköy’deki en büyük sorun olan futbolcuların kapasitelerinin çok altında kalma sorunları da yoktu artık. Burası Sami Yen burdan çıkış yok sesiyle inleyen Kadıköy’de Galatasaray had bildiriyordu adeta.

Hagi orta sahayı Ayhan, Mustafa Sarp, Lorik Cana üçlüsüyle sert tutup önlerine sağ tarafa Elano’yu sol tarafa da Misimovic’i koyarak Baros’un yokluğunda forvet oynattığı Pino’yu bu ikilinin atacağı toplarla kaçırmak istemiş ve mümkün olduğunda da orta sahayı Pino’nun yanına sızması için görevlendirmişti. Nitekim Elano da Misimovic de kanatlardan orta yapmak yerine ya Pino’yu ya da geriden gelen adamı(genellikle Sarp oldu bu) yerden attıkları toplarla buluşturmayı denediler. Pino’nun üstün performansı sayesinde de bu toplarla ilk yarıda özellikle tehlike yaratmayı başardı Galatasaray ama golü bulamadı.

Hücum tarafında çok fazla planı yoktu Hagi’nin zaten alternatifi de yoktu. Baros, Kewell, Arda kadroda bile yoktu. Bu 3 ismin öneminden bahsetmeye gerek yok sanırım. İşin savunma yönünde ise en uçtaki Pino’dan itibaren herkes müthiş çaba gösterdi. Lugano ve Yobo ikilisinden top almak için 1 2 metre kadar yanlarına yaklaşan Emre’nin oyununu o noktada Pino bozdu. Pino’nun yetişemediği veya geçildiği durumlarda ise Emre ve Alex Cana-Ayhan-Sarp üçlüsünün arasında kayboldu. Haliyle oyunu kanatlara yıktılar fakat o zaman da sağda Sabri-Elano, Stoch-Caner ikilisine üstünlük sağlayıp solda da Misimovic-Hakan Balta ikilisi, Gökhan-Dia ikilisiyle başabaş mücadele edince Fenerbahçe adeta çaresiz kaldı.

Hagi, daha sonra Misimovic-Barış değişikliği ile orta sahayı daha da sertleştirdi. Aykut ise Alex’i oyundan alarak ve de Semih’i oyuna sürerek karşılık vermek istedi ama Fenerbahçe’nin bu haliyle fizik gücü yüksek takımlarla başedebilmesi hiçbir değişiklikle sağlanamazdı. Hagi’nin belki de en büyük yanlışı Elano’yu ortaya çekmek adına Sabri’yi öne çıkarıp beke Serkan’ı sokması oldu. Stoch ilk kez bu andan sonra sıfıra inmeyi başardı ama onun da bu driblingleri yapacak gücü yoktu o dakikalarda.

Galatasaray Kadıköy’den hem hücumda hem de savunmada mükemmele yakın şekilde yardımlaşarak çıkmayı başardı, galibiyeti de kaçırdı. Hagi 2 günde bu takıma motivasyondan başka bir şey veremezdi o da onu yaptı. Her ne kadar dizilim bambaşka olsa da Fenerbahçeli oyuncuların biraz da sinirle yaptıkları agresif preslerden yardımlaşarak küçük üçgenlerle çıktı Galatasaray tıpkı Rijkaard’ın onlardan istediği gibi. Yani dünkü maçta Rijkaard’ın katkısını inkar etmemek; motivasyon ve özgüven eksiği olan takıma da bunları 2 günde aşılayan Hagi ye de teşekkür etmek gerekir.

Son olarak maç sonunda yaşanan Sabri’nin üçlü çektirme olayını beraberliğe bile seviniyorlar şeklinde değerlendirenlere de değinelim. Ben stattaydım. Hiç kimse beraberliğe felan sevinmiyordu. O üçlü çekerkenki coşku, ölü denilen Galatasaray’ın yıllardır kendisine sıkıntı yaratan Kadıköy’de ayağa nasıl kalktığını görenlerin duyduğu gururdan kaynaklanıyordu. Beraberliğe bile sevindi diyenler ellerindeki tek başarı olan Galatasaray’ı Kadıköy’de sürekli yenmek olanlardan başkası değildir. Buna itibar edenler de Galatasaraylı değildir.

yazan: hadomer

Ekim 26, 2010 at 1:19 pm Yorum bırakın

FENERBAHÇE-GALATASARAY: 0-0

Galatasaray adına aslında pek de iç açıcı değildi durum maç başlayana kadar. Fenerbahçe daha bir özgüveni yüksek çıkıyordu yeşil zemine. Peki Galatasaray’ın galibiyeti kaçırdığı, Fenerbahçe’nin ise taraftarları için hayal kırıklığı yarattığı bu maçın beklentilerin aksine sonuçlanmasında etkili olan faktörler nelerdi?

Galatasaray adına; Kaleci Aykut’tan başlamak gerekir herhalde. Aslında uzunca yazmaya gerek yok. İki pozisyonda başarılı oldu. Bu da zaten rakipten gelen toplam atak sayısı… Yani %100 ile oynadı Aykut bugün ve taraftarını memnun etti. Sabri oynadığı kanattan gelen hücumcuyu durduracaktı. Bundan şüphe duyulmuyordu Galatasaray cephesinde, öyle de oldu. Stoch baş edemeyince Sabri ile, daha rahat edebileceği Hakan Balta’nın karşısına geçti bir ara, yine olmadı. Stoch’un bu bölgeye geçtiği zamanlarda top ters kanatta kaldı genellikle. Topun oynandığı bölge olan sağ tarafta ise yine Sabri vardı tabi, karşısında da Dia… Dia da baş edemedi Sabri ile. Sonra başladığı düzene geçti Fenerbahçe. Hagi’nin kesin talimatı olduğu belliydi beklere, çıkmayacaklardı. Çıkmadılar da… Bekler aldığı her topu geri oynadı. Ufak da olsa topu kaptırma ihtimaline karşı yapılan bir hareketti bu. Mantıklıydı da, zira Dia ve Stoch’un bir kere bu halde yakalaması kusursuzluğu delebilir, klasik Fenerbahçe galibiyetlerinden birini daha ortaya çıkarabilirdi. Böylelikle Fenerbahçe’nin bu sene en etikili olduğu gol yolunu, yani kanatlarını tıkadı Hagi. Stoperlere gelince, Servet lig başından beri en iyi maçını çıkardı neredeyse. Orta sahadan ve Neill’den kendisine pek bir iş artmadı gerçi ama yine de hoca değişikliğinin en çok vitrin yaptığı adamlardan biriydi. ”Neill, Servet’in eforundan tasarruf ettirecek kadar iyiydi” demek bile yeterli aslında Neill’in maçtaki performansını anlatmak için. Tam bir stoper gibiydi. Korkmadan girdi, yeri gelince vurdu, topu oyuna soktu, liderlik etti. Her şeyiyle sahadaydı Neill ve bunu hissettirdi. Geriye orta saha kalmıştı, onu da o bölgeyi kalabalık tutmanın yanında, oyunun sıkıştığı anlarda top çevirmeye yönelerek  ve Fenerbahçe ataklarını karşı bölgede karşılayarak sorunsuz olarak kontrol altına aldı. Ayrıca Pino’yu kanatta kullanmayı tercih etmeyerek Mehmet Batdal’ın forvete geçmesine göz yummadı Hagi. Böylelikle ne hücumda yavaş kaldı Galatasaray, ne de savaşan adamlardan birini orta sahada kullanamamak gibi bir eksikliği yaşadı. Sarp-Ayhan-Cana üçlüsünün yanında moralli bir Elano’nun iş yapacağını tahmin ediyordu herkes, ama bu kadar iyi bir Elano da kimse beklemiyordu. Hagi’nin gelişi ona yaradı. Muhtemelen takımdaki en vasat adam olan Misimoviç de Hagi’nin aşısından faydalanacaktır kısa bir zaman sonra. Sarp-Ayhan-Cana demişken, en kötüleri Sarp’tı demeyi de eklemeliyiz. Pek bir varlık gösteremedi, yine sadece koştu. Cana ”şimdilik”,  Ayhan ise genel olarak verebileceğinin en iyisini verdi diyebiliriz. Pino da bugün beklentileri fazlasıyla karşıladı ve ileride topu tutan, götüren, şutlayan isim oldu. Çoğu kişi güvenmiyordu kendisine sene başında, ama şu söylenebilir ki  ”neredeyse” Keita kadar kıymetli bir oyuncu. Hagi değişiklikleri de zamanında yaptı, yorulan oyuncuları üzerinde direnmedi, orta sahadaki enerjinin azalmasına izin vermedi. Serkan girip, sağ beki teslim aldığında Sabri’nin önemini bir kez daha anladı izleyiciler. Stoch maç başından beri en rahat hareket alanını bu zamanlarda buldu. Sabri  geçtiği orta alanda enerjiyi biraz daha yükseltti. Emre Çolak ise şimdiden Hagi ile şansının artacağını hissetmiştir herhalde. O da kısa oynamasına rağmen iyiydi. Basit oynadı, sırıtmadı. Genel olarak, rakibi orta sahada karşılamanın ve özellikle son senelerde hiç olmadığı kadar sert oynamanın avantajı Fenerbahçe sayısının değişmemesi olarak yansıdı. Baros’un olmayışı ve Pino’nun Volkan tarafından çıkarılan topları ise Galatasaray hanesindeki sayının değişmesine engel oldu.

Fenerbahçe için de bir şeyler söylemek gerekirse: Hocası ne kadar ”rehavete kapılmak gibi bir şansımız yok” dese de Fenerbahçe sahaya öyle çıktı. Yani rehavet içinde… İlk 15 dakikadaki Galatasaray’ı görünce rehavetten kurtulsa da artık onun yerini tedirginlik almıştı ve Fenerbahçe’nin en büyük kaybı bu ilk 15 dakikadaki iki his arasında kayıp giden bir tek şeydi, o da özgüven… Defansında ara ara boşluklar vererek maçtaki Galatasaray ataklarına kapı araladı Fenerbahçe takımı. Dia’nın, karşısında Hakan Balta olduğunun farkına varma şansı da işte o ilk 15 dakikada, özgüven ile birlikte kaybolup gitti. Çünkü Hakan Balta maçın ilk 15 dakikalık bölümünde bir-iki pozisyonda Dia’nın hemen arkasında biterek ilk müdahaleyi yapmış, Dia’nın yüzünü döndürmeyerek hızlanmasına olanak vermemişti. Hal böyle olunca Dia tanımadığı rakibini gözünde büyüttü ve bir dahaki pozisyonlarda Hakan’ın üstüne gitmeyi tercih etmedi. Halbuki hocanın müdahalesi bu yönde olmalı, Dia’yı Hakan’ın üzerine gitmesi konusunda uyarması gerekirdi. Rakibin hocası 2(iki)  günde oyuncularına Fenerbahçe’yi ezberletmişken, Aykut Kocaman sadece Hakan Balta için bile bunu yapamamıştı. Aslında Dia’nın Galatasaray solunu rahatsız etmesi Hakan Balta’yı bir kere geçmesine bağlıydı. Zira bir de maçın büyük bölümünde Galatasaray sol açığından pek bir yardım alamamıştı defans bölgesi için. Stoch için söylebilecek fazla bir şey olduğunu düşünmüyorum. Karşısında Sabri vardı, olmadı! Alex çoğu derbi maçıncaki gibi kayıptı. Özellikle de orta sahası kalabalık rakibe karşı oynadığı derbilerde olduğu kadar. Emre bugün çalışsa da elinden geldiği kadar, Cana’nın dişini göstermesi frenledi kendisini. Zannediyorum Fenerbahçe’deki hiçbir maçında böyle sertlik görmemiştir. Lugano bu maç sonunda Yobo’ya çok şey borçlu oldu dersek, Lugano ve Yobo hakkındaki yorumları da kısa ve en net şekilde yapmış oluruz. Caner ve Topuz vasattı diyerek geçmeli bu ikiliyi de. Günün iki önemli adamı Fenerbahçe adına Gökhan Gönül ve kaleci Volkan’dı. Biri tıpkı Sabri ve Hakan gibi ”ileri çıkma!” talimatı almışken, bunun yanında bir de rakibinin öne geçmesini engelleyen müdahaleyi yaptı; diğeri ise tabelanın değişmesi engelleyen diğer müdahaleleri…

Ayrıca bu maçta Fenerbahçe’nin kötü oynadığını söylemek yanlış olur diye düşünüyorum. Yanlış olmasının yanında haksızlık da olur. Haksızlık olur; çünkü, ”Fenerbahçe kötü oynadı” demek Fenerbahçe’yi oynatmayan Galatasaray’ın hakkından da çalmayı  ifade eder.

yazan: vay acondios

Ekim 26, 2010 at 6:06 am Yorum bırakın

Deja vu!

Dün Fenerbahçe tribünlerindeki ‘’Deja vu’’ pankartı göze çarpmıştı ve haklı çıktı Fenerbahçe tribünleri.

Her şey aynıydı. Galatasaray kötü, Fenerbahçe iyi… Galatasaray kesin mağlup, Fenerbahçe baştan galip… ‘’Deja vu’’nun tamamlanması için artık maçın başlaması bekleniyordu. Maç başladı ve yine aynı şey oldu. Galatasaray tahmin edilenin aksine baskılı başlayıp ‘’buradayım’’ dedi, iyi oynadı, galibiyeti kaçıran taraf oldu ve maç başladığı skor ile bitti. Tıpkı 3 Şubat 2008’deki gibi…

yazan: vay acondios

Ekim 25, 2010 at 12:30 pm Yorum bırakın

Derbiye Saatler Kala

Bir belgeselde şöyle bir şey geçmişti, ”Çita müthiş bir canlıdır. Adeta koşmak için yaratılmıştır. Bütün bacakları kesilse de koşmaya devam edebilir.”

Evet, kötü durumda Galatasaray. En kötü lig başlangıçlarından birini yapmış, oyuncuların hocayı sabote ettiği dedikoduları arasında hocasıyla yollarını ayırmış, efsane isimlerinden birini derbiye sadece  50 saat kala takımın başına getirmiş, sakatlıklar nedeniyle önemli oyuncularından yoksun bir şekilde maça hazırlanmış. İşte böyle bir zamanda derbiye çıkacak Galatasaray. Bir kesime göre bu tabloda Fenerbahçe tarihi farka gidecekken-ki bu %90 lik bir kesim- kimilerine göre ise, ”derbiler üç ihtimalli maçlardır” tanımına istinaden böyle bir şey söylemek doğru olmayacak.

Böyle bir ortamı daha önce Şubat 2008’de görmüştük. Galatasaray Türkiye Kupası maçında Saraçoğlu’na çıkarken iddaa oranları 1.60 -yanlış hatırlamıyorsam- gibi düşük bir oran ile Fenerbahçe’yi favori gösterirken, Galatasaray tamamı yerli bir onbir ile sahaya çıkıyor ve mağlubiyet maç başlamadan üzerlerine damgalanıyordu.  Aslında o derbiden önceki durumun bugünküne ne kadar benzediğini Ekşi Sözlük’teki bir yazarın entrysinde görebiliriz;

”Yüzeysel olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşımda bulunmak gerekirse;

Favori Fenerbahçe.

Galatasaraylılar’ın buna alınması, en azından bu şartlarda çok yersiz.

Yok iddaa bilmem kaç oran vermiş de, tarihin en düşük oranıymış da, bla bla bla.

Galatasaray, Fenerbahçe karşısına bugün reserve team ile çıkıyor. Muhtemel 11’e bir bakalım:

Orkun Usak

Uğur Uçar
Servet Çetin
Emre Güngör
Volkan Yaman

Serkan Çalık
Barış Özbek
Mehmet Topal
Arda Turan

Ümit Karan
Hakan Şükür

Bu kadroda yapılabilecek en radikal değişiklik; forvet hattından birini çıkarıp, Marcelo Carrusca veya İsmael Bouzid’i sahaya sürmek. sakatlıktan yeni çıkan ve maç kondisyonu olmayan Ayhan Akman en iyi ihtimalle ikinci yarıda oyuna girebilir.

Şu gördüğümüz isimlerden kaçı ilk 11 oyuncusuydu sezon başında?

Orkun Usak, Uğur Uçar ve Servet Çetin. yani 3.

Eksiklere bir bakalım (kulübeden bir kaleci aldığımızı varsayarak):

Aykut Erçetin: (eklenti+kulübede)

Sabri Sarıoğlu: kadro dışı
Rigobert Song: afrika kupası’nda
Semih Kaya: sakat
Sakan Kadir Balta: sakat

Hasan Şaş: sakat
Tobias Linderoth: sakat
Okan Buruk: sakat
Ayhan Akman: sakat+kulübede

Cassio Lincoln: sakat

Shabani Nonda: sakat

Peki bu takım Fenerbahçe’yi yenebilir mi?

Evet, hatta şampiyon bile olabilir..

Galatasaray yenilirse ne olacak?

Kalli ipe dizilecek. sahaya sürdüğü kadro ne olursa olsun yerden yere vurulacak.

Şimdiden söylüyorum, şu tabloya bakın ve utanın. (bkz: su testisi su yolunda kırılır)

Hadi bir de Fenerbahçe’nin muhtemel 11’ine bakalım:

Volkan Demirel

Gökhan Gönül
Diego Lugano
Edu Dracana
Roberto Carlos

Deivid de Souza
Selçuk Şahin
Marco Aurelio
Uğur Boral

Alex de Souza

Semih Şentürk (Mateja Kezman)

Hepsi formda.

Kariyerinin zirvesinde olan oyuncular var; Alex-Semih-Deivid gibi.

Ölü toprağını üzerinden daha yeni atmış oyuncular var; Kezman-Selçuk gibi.

Dünyanın en iyi sol beki var; Carlos gibi.

Hepsini tek tek anlatmaya gerek yok halbuki. eşleşmeler ortada.

Futboldan biraz anlayanlar adına Fenerbahçe’nin sahaya favori çıkması gayet doğal. Ve Fatih Terim’in bir sözü vardır, işte Galatasaray için aynen öyle bir maç:

(bkz: yenilmek kolay yenmek olay)”

Entry sahibi: tek ihtimali olan insanlarin hikayesi.

İşte başlamadan önce böyle bir tablonun oluştuğu maç, 0-0 bitmiş ve Galatasaray galibiyeti kaçıran taraf olmuştu. O gün Fenerbahçe’nin sahaya çıkan kadrosu Galatasaray’ınkinden ne kadar kaliteli ise bugün de ”en fazla” o kadar kalitelidir.-ki sakatlar yüzünden böyle bir durum vardır.

Galatasaraylılar’ın içinde mağlubiyeti maç başlamadan kabullenmiş olanların bulunması da ayrı bir tartışma konusu aslında. Bu kesim 2008 Şubat’ını görmedi mi? hatırlamıyor mu? Ya da futbolda hiçbir şeyin bu kadar net olmadığını bilmiyorlar mı?  Keybedecek hiçbir şeyi olmayan ya da kaybedecek çok şeyi olan takımların tehlikesinden bihaberler mi? Bir de parasını Fenerbahçe’nin galibiyetine yatıran Galatasaraylı ve mantıkçı! iddacılar var. Acaba bilmiyorlar mı hocası değişen takımın aynı hafta ne kadar tehlikeli olduğunun istatistiğini? diye düşünüyor insan. Belki haklı çıkacaklar ve 1’e 1.5 veren Fenerbahçe galibiyeti ile zengin! olup, ”mağlubiyetin tesellisi”ni alacaklar. Kimisi için bu kadar ucuz iken derbi maçlarının tesellisi, kimisi için uykusuz ve sessiz; uzun geceler ister.

Şimdi, nasıl ki çoğu kişi Fenerbahçe’nin kazanacağını söyleyebiliyorsa, hiç kimse de Galatasaray’ın kesinlikle kaybedeceğini söyleyemez.

Galatasaray büyük bir camiadır.  Adeta zirve için kurulmuştur. Bütün olumsuz şartlar üst üste gelse de rekabete devam edebilir.

yazan: vay acondios

Ekim 24, 2010 at 12:51 pm Yorum bırakın

Şölen Başladı

Turkish Airlines Euroleague 2010-2011 sezonu muhteşem bir açılış maçıyla başladı. Sürprizi bol bir ilk haftayla karşıladı bizi Avrupa’nın en görkemli kupası. İzleyebildiğim maçlara kısaca değineyim.

Olympiacos BC – Real Madrid;

Net favori maçtan öncede zaten yunan temsilcisiydi. Ancak maç içersinde Ettore Messina’nın temsilcisi Real Madrid’in bu kadar sürklase olmasını beklemiyordum açıkcası. Olympiacos Spanoulis ve Nesterovic hamleleriyle keskin bir final four takımı olmuş. Rasho belli ki avrupa basketbolunu özlemiş. Spanoulis-Teodosic-Papaloukas gibi bir guard rotasyonuna sahip olan Coach Ivkovic maç içersinde sürekli tempoyu elinde tuttu. Real Madrid’de geçen sene üzülen ve üzen Messina, bu seneye tahmin edileceği gibi bol transferle girdi. Gelenler gidenler baş döndürürken, Madrid ekibi hala takım olamamanın acısını çekti. D’or Fischer ve Clay Tucker hamlelerini sene başında da anlamsız bulmuştum hala da anlamsız buluyorum. Bu oyuncular Messina sisteminin çarkı olamazlar. Bu maçta Messina’nın Velickovic ve Garbajosa’ya kısıtlı süreler vermesi dikkat çekti. Maç içersinde çılgın Olympiacos guard rotasyonuna karşı çokca Pablo Prigioni’yi aradılar. Sonuç olarak zaten favori olmadıkları maçta rakiplerini fazla zorlayamadılar. 82-66

Fenerbahçe Ülker – Lietuvos Rytas;

Temsilcimiz Fenerbahçe Ülker rakibinden zaten bir kaç gömlek üstün bir takım. Sarı lacivertliler kurdukları homojen ve etkili kadronun ekmeğini maç boyunca yediler. Daha ilk yarıda fark 20 kapısına dayandı. Rytas tipik Litvanya takımı, tempolu ve pasa dayalı bir düzenleri var. Ancak rakipleri de en az kendileri kadar tempodan nemalanan ve Ukic gibi açık alanda çok etkili bir point guardı olan Fenerbahçe olunca sürklase olmaları kaçınılmazdı. Fenerbahçe Ülker zaten net favori olduğu karşılaşmayı deyim yerindeyse terlemeden 86-69 kazandı.

Regal Barcelona – Cibona Zagreb;

Şampiyon şampiyon gibi başlamasa da, kendisine yakışır bir biçimde bitirdi maçı. Net favori Barcelona’ydı, ancak Ricky Rubio’nun inanılmaz hataları oyun kapasitelerini bazı anlarda neredeyse 2 kademe aşağıya çekiyor. Rubio özel bir adam, onu çok dikkatli kullanmak lazım. Pascual’ın bunu yapabildiğine inanmıyorum açıkcası. Beklediğimin aksine oldukça düşük skorlu geçen ilk yarıdan sonra Barcelona kendisini buldu ve farka koştu. Ama çok önemli bir konu var; Barca geçen sene daha yenilmez daha sağlam bir takım gibi görünüyordu. Bu sene ise zaafları olan ve yenilebilecek bir ekip gibi duruyorlar. Açık alanda yine Avrupa’nın en etkili takımılar ama iş yarı sahaya kaldı mı zorlanıyorlar. Kosta Perovic hamlesi ise skandaldan ötedir benim için. Cibona ise malesef ligin sırıtan takımlarından. Bir efsanenin kaynak yönetememe yüzünden bu hale gelmesi gerçekten üzücü. Maçın skoru 80-66.

CSKA Moskova – AJ Milano;

Haftanın sürprizlerinden biride bu maçta yaşandı. İtalyan takımı özellikle ilk yarıda inanılmaz şut soktu. Herkes attı, hele ikinci çeyrekte öyle bir yüzdeleri vardı ki Coach Bucchi bile 3 atacak sandım. İki yıldır Avrupa’da Partizan’la fırtınalar estiren Dusko ‘Dules’ Vujosevic’in kenarda çaresiz gözlerle maçı izlemesi içimi acıtan bir detaydı. Onun dışında Rus oyuncuların ağırlıkta olduğu bir kadro kurmaya çalışan CSKA eski korkutuculuğunda değil. Çok değil daha bir kaç sene evvel ligin abilerini evinden farklarla gönderen CSKA artık yenilmezliğini kaybetmiş ve final four seviyesinin bir basamak altına inmiş. İtalyan ekibi AJ Milano 3 yıldır yaptığı hamlelerin ve harcadığı paraların karşılığını bu sene F8 olarak alacak gibi. Ayrıca Siena’yı henüz izlememe rağmen ligde artık yalnız olmadıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Maçın skoru 73-88

Union Olimpija – Efes Pilsen;

Bir Efes Pilsen sempatizanı olarak canımı acıtan karşılaşma. Efes Pilsen’deki yönetememe sıkıntısı coaching hataları ve kadro zaafiyeti hakkında sabaha kadar yazabilirim. Kısaca maç üzerinden değinelim. Efes Pilsen sert bir centerı olmadan bu ligde maç kazanamaz, bu net biçimde görüldü. Grubun en zayıf takımı tartışmasız Olimpija, ama onlar bile Efes pota altını Pinkley ile delik deşik etti. Bir kere Efes rakibini izlememiş, oyuncu özelliklerinden bi haberlerdi. Gregory’nin her pozisyonda savunmacısı içine girdi, halbuki Gregory asla istikrarlı şutu olmamış ve rakibini bu yönüyle asla tehdit edememiş bir oyuncu. Arada mesafe bırakılarak savunulsa Gregory’den o kadar ekstra basket yenmezdi, eminim. Coach Perasovic, Rakocevic’i saha içinde dizginleyemedikçe çok dizini döver. Rako’nun ki nasıl bir rahatlıktır bilmiyorum, onun gibi keskin bir şutör sırf perdelerden bile çıkıp şut arasa eminim çok daha faydalı oynar. Oynamaya çalıştığı lakayıt ikili oyunlar beni bile çıldırttı. Roberts ve Dudley kesinlikle bu seviyenin oyuncusu değil. Raduljica dönse bile oraya transfer şart. Roberts gibi 4 numaraya yakın bir oyuncu yerine; pivot ağırlıklı oynayabilecek bir yabancı alınsaydı belki de Efes Raduljica’nın sakatlığında bu kadar sıkıntıya düşmezdi. Ellerinde Dudley-Gönlüm-Nachbar gibi 4 numarayı layığıyla oynayabilcek adamlar varken, üstüne bir de Roberts’i almak kumar değilde ne? Olimpija maçına dönersek; rakibin en efektif point guardı Ilievski normal sürede 8 dakika ve iki uzatma olmak üzere toplam 18 dakika 4 faulle oynadı. Perasovic tek bir oyun bile çizmedi üstüne, oyundan attırmak için. Sonunda da Ilievski, Jagodnik’le beraber canımızı yaktı. Maçın skoru 95-90.

Haftanın bütün skorları;

Group A Stats  
BC Khimki vs.Asseco Prokom 82-76  
Zalgiris vs. Partizan mt:s 73-62  
Caja Laboral vs. Maccabi Electra 94-78  
Group B Stats  
Olympiacos vs.Real Madrid 82-66  
Virtus Roma vs. Brose Baskets 83-65  
Unicaja vs. Spirou Charleroi 84-73  
Group C Stats  
Fenerbahce Ulker vs. Lietuvos R. 86-69  
Regal Barcelona vs. Cibona 80-66  
Montepaschi vs. Cholet Basket 76-44  
Group D Stats  
Union Olimpija vs. Efes Pilsen 95-90  
CSKA Moscow vs. AJ Milano 73-88  
Power Elec. vs. Panathinaikos 56-72  

 Skorlar Euroleague’in resmi sitesinden alınmıştır. Takım ve skor üstlerine tıklayarak resmi sitede ilgili sayfalara gidilebilir.

yazan: cnyvz

Ekim 22, 2010 at 9:15 pm Yorum bırakın

Etik Transfer

İki sezondur kafamı kurcalayan transfer üçgeninin sonlanmasıdır Kaya Peker. Efes Pilsen akıllı adamların yönettiği bir kulüptür. İki sezon önce takımın başında Ergin Ataman varken final serisi başlamadan hemen önce Efes Pilsen’in Mirsad Türkcan’la anlaştığı ve bu haberin Fenerbahçe Ülker yönetimini çok kızdırdığını duymuştum. Evet Efes daha sonra Ergin Hoca’nın da açıkladığı gibi Mirsad’la prensip anlaşmasına varmıştı. Olaya el koyan Aziz Yıldırım Mirsad’ı bir şekilde(!) ikna etmiş ve sözleşme yenilemesini sağlamıştı. O final serisinde Mirsad oynamamış ve Efes Pilsen 2-0 geriden gelip 4-2 seriyi kazanmış kupaya uzanmıştı.

Hikayeye devam edelim; Fenerbahçe Ülker bu sezon başına kadar Milli Takımında uzun rotasyonunu oluşturan Semih Erden-Ömer Aşık-Oğuz Savaş üçlüsüne sahipti. Efes Pilsen akıllı adamların yönettiği bir kulüp demiştik, Efesli yöneticiler rakibi yenmenin en kolay yolunun onu zayıflatmak olduğunun farkındaydı. Bu sefer de sezon ortasında Oğuz Savaş’la prensip anlaşmasına vardılar. İşte tam bu noktadan sonra Fenerbahçe Ülker yönetimi tam olarak satranca başladı. Sezon sonu gidecekleri daha devrede belli olan Semih Erden ve Ömer Aşık’ı takımda tutmak adına adım bile atmadılar, aksine Ömer’e oynamama cezası veriler. Efes Pilsen’in kapatılıp kapatılmayacağı sorusu gündemi meşgul ederken Kaya Peker’e ön potokolü imzalattılar. Efesliler hep söz alırken Fenerbahçeliler ön sözleşme imzalattılar!

Final serisi geldi; Ergin Ataman zaten yerli yabancı oyuncular konusunda sıkıntılar yaşıyordu. Kerem Gönlüm’in cezası yerle bir etmişti kafasındaki herşeyi sezon boyunca. Efes sezon boyunca plansızlığın kitabını yazmıştı. Tam bu noktada Ergin Hoca yerli oyuncuların katkılarına fazlaca bel bağlamıştı. Final serisi başladığında Ergin Hoca’ya sorulsa en güvendiği adam olarak Kaya’yı söylerdi eminim! Bir önceki final serisinin dönmesinde ve şampiyonlukta en büyük pay eli titremeden oynayan, yüreğini ortaya koyan Kaya’nındı. Final serisi başladı ve maçlar ilerliyordu ama Kaya bir türlü istenilen performansa ulaşamamıştı. Sonuç olarak Fenerbahçe Ülker şampiyon oldu. Ergin Ataman’ın hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu!

Sezon bitti, her gün transfer haberleri gelir oldu. Bir bakıldı ki Kaya Fenerbahçe’ye imza atıp, formayı sırtına geçirdi. Bilindiği gibi Kaya Fenerbahçe taraftarının ülkedeki en nefret ettiği basketbolcudur. Tam bu noktada camiası üzerinde büyük otoritesi bulunan Aziz Yıldırım devreye girdi ve Kaya Peker’in Emre Belözoğlu gibi kabullenilmesini sağladı. Kaya’da kendisine verilen rolü özür dileyerek ve armayı öperek layığıyla yerine getirdi. kaya’yı kadrosuna katan Fenerbahçe Oğuz’un kalmasını sağladı ve Lavrinovic hamlesiyle geçen yıldan daha sağlam bir uzun rotasyonuna sahip oldu. Efes ise yaşadığı çifte şokun ardından Telekom’dan Dudley’i aldı, Partizan’dan Roberts ve Zeleznik’ten Raduljica’yı transfer etti. İki takımda bakıldığında bir şekilde transferlerini tamamladı.

Değinmek istediğim son konu yöneticilik. Fenerbahçe’li yöneticiler bu süreçte Efes Pilsen yönetimine arka arkaya dersler verdi. Mirsad’ı takımda tuttu ve verim aldı, Oğuz’u kaptırmadı. Bunların yanı sıra Efes’in belkide en önemli yerli uzunu Kaya’yı ellerinden kaptı. Efesliler hep hamle yaptı, ilk adımları attı ama hamlelerinde başarılı olamadıkları gibi, transfer savaşında Fenerbahçelilere yenildi. İki büyük kulüp arasında etikliği tartışılacak bir transfer savaşı yaşandı ve bu savaşı net bir biçimde Fenerbahçe kazandı. ŞAH MAT!

yazan: cnyvz

Ekim 19, 2010 at 6:15 pm 2 yorum

Efes Pilsen – Pınar Karşıyaka

Sempatizanı olduğum Efes Pilsen, yaşadığım şehrin takımı Pınar Karşıyaka’yla memleketim Ordu’da karşılaştı. Benim açımdan da entresan bir maçtı yani. Bir de tribünde olabilsem tadından yenmezdi maç.

Beklediğim gibi kafa kafaya gitti maç. Efes büyük kısmını önde götürdü karşılaşmanın ama Karşıyaka’da sürekli maçın içindeydi. Maçın başında Jovo-Furkan ikilisiyle Efes’in pivotsuzluğunu çok iyi değerlendirdi Yeşil Kırmızılılar. Efes Pilsen’in pivotsuzluğu da apayrı bir yazı konusu aslında. Böylesine büyük bir yapı nasıl bu kadar para harcayıp eksik kadro kurar çok acaip.

Bu genç adama ayrı bir paragraf açmak lazım. Furkan Aldemir gözümüzün önünde yetişmiş, her geçen gün oyununun üstüne koyan bir oyuncu. Geçen yıl 4 ve 5 numaranın arasına sıkışmış oyununu, Efes Pilsen maçında gösterdi ki 5 numara olarak belirlemiş. Zaten fiziksel gelişimini de bu yönde devam ettirmiş. Kilo almış ve güçlenmiş Furkan, ama bunun yanında ayakları ağırlaşmış. Zaten kendisinde var olan müthiş rebound ön görüsünü bu sene de bizlere izlettirmekte. Efes Pilsen’in pivotsuz oynarken ve yurt dışında 3 aylık pivot ararken, Karşıyaka alt yapısından yetiştirdiği bu müthiş yetenekle 5 numarayı domine etti maç boyu. Burda Hakan Demir’e bir parantez açmak istiyorum; koç bugün Jovo-Furkan ikilisini bozmasa ve daha fazla sahada tutsa Karşıyaka kazanırdı. Son olarak Furkan’ın maçı 11 sayı 19 reboundla tamamladığını yazalım ve Efes cephesine dönelim.

Efes Pilsen’in pivotsuz olması akıl almaz dedik. Raduljica en az 2 ay daha yok deniliyor. Bu süre zarfında Efes o mevkiyi Fabricio Oberto ile doldurmak istiyor ama sözleşme süresinde henüz anlaşamadılar. Oberto 1 yıllık, Efes 3 aylık sözleşme istiyor. Efes için en güzel hamle gözlerinin önündeki Furkan Aldemir olur kanısındayım, zira Raduljica sağlıklı bir şekilde dönünce de sorunları bitmeyecek. Tek pivotla euroleague ve tbl yürümez, bu adam hiç mi dinlenmeyecek. Efes Pilsen’de geçen seneye göre en büyük değişiklik Rakocevic’in sahaya fizikende çıkmış olması. Rako geçen sene hayalet misali sahada gezmesinin acısını çıkarır gibi oynuyor sezon başında. Atıyor, attırıyor saha içinde lider gibi davranıyor. Ayrıca Wisniewski Efes guard rotasyonuna sertlik ve hareket getirmiş. Dudley-Roberts ikilisi ise bence hiç olmamış. Roberts gibi 4’e yakın bir 4,5 yerine; 5’e yakın bir 4,5 alınabilirdi diye düşünüyorum. Raduljica dönse bile Efes pota altı gerekli sertliğe ulaşamayacaktır. Perasovic Efes’e geçen sene unuttukları saha içi disiplini getirmiş ama eksikler nedeniyle neredeyse yarım kapasite ile oynuyorlar. Rakocevic’i de eski hocası Perasovic ile tekrar çalışmak çok olumlu etkilemiş. Sadece Rako sahadayken Sinan veya Wisniewski’den birini sahada tutmak Efes’i kısa rotasyonunda yumuşak kılmayacaktır. Aksi takdirde Rakocevic’in gölge savunması orada canlarını yakacaktır.

yazan: cnyvz

Ekim 10, 2010 at 6:09 pm Yorum bırakın

Üvey Evlat Basketbol

Dünya Basketbol Şampiyonası biteli şunun şurasında bir ay bile olmadı ama şampiyona sırasında basketbolla yatıp basketbolla kalkan ülkeden eser kalmadı. 9 Ekimde erkeklerde Türkiye Kupası başlıyor. Bu sene önünde bir şirket ismi yok. Kimse para harcamak istememiş anlaşılan, halbuki daha bir ay önce tarihimizin en büyük başarısını yaşadık hepberaber. Ateşi çabuk söndü dünya ikinciliğinin.

Kupaya isim sponsorluğunu geçtim, maçların TV’den yayınlanıp yayınlanmayacağı bile mechul. Henüz bir kanal çıkıp da bu işe bulaşmamış. Aynı şekilde Beko Basketbol Liginin de yayın konusu muallakta. Spormax’in adı geçiyor ama onlar da EPL maçlarının saatlerine göre BBL maçlarının saatlerine müdahale ediyorlar, saçma sapan saatlerde maç seyretmek zorunda kalıyoruz.

Amacın başarı olduğu spor organizasyonlarında, basketbolun, neden daha başarılı olduğu futbolun gölgesinde kaldığını aklım ısrarla almak istemiyor. Galatasaray Sözlükte yazmıştım bunu, burada da tekrarlamamın sakıncası yok. Türkiye basketbolda, hem kulüpler bazında hem de millî seviyede, futboldan daha başarılıdır. Kulüpler bazında ilk uluslararası kupa basketbolda alınmıştır; Koraç Kupası. Kupa alınmazdan önce bir sayıyla kaybedilen bir final var onu saymıyorum. Kupadan sonra da oynanan finaller, final-fourlar gırla. Kadın basketbolunda da bir kupamız var, hatırlamakta fayda var. Futbolda? Biri diğerinin sebebi olan iki kupanın dışında elle tutulur başka bir başarı yok, sadece bir-iki yarı final… Millî takımlar seviyesinde de farklı değil durum. Henüz futbolda bir turnuva düzenlemeye yaklaşamamışken, basketbolda bir Avrupa, bir de Dünya Şampiyonsına ev sahipliği yaptık. Futbolda her iki turnuvada aldığımız birer üçüncülüğe karşı basketbolda birer ikincilik kazandık.

Her konuda istatsitik ile yatıp kalkan canım ülkem, al sana istatistik. Bu kadar ilgi gördüğü halde futbolda alınan sonuç ve bu kadar başarılı olunmasına rağmen ilgiden pay alamayan basketbol…

yazan: thisisthebesttillwedobetter

Ekim 5, 2010 at 12:57 pm Yorum bırakın

Şifosuz Belediyespor İrdelenemez…

Efendim yaş biraz aldı yürüdü lakin henüz alzheimer potasında değiliz. Başlıkta ne yazdığımın farkındayım.

Bjk yönetiminden bir zat-ı muhterem, Belediyespor’un Galatasaray’a karşı olan şanssızlığı minvalinde bir konuşma patlatıp, Abdullah Avcı’yı töhmet altında bırakmaya çalışmıştı.  Oralara yakın bir tv muhabiri de Telegol’e bağlanıp, çok kurnazca ifadelerle bu absürd yoruma çanak tuttu.

Şimdi bu efendiler buyuruyorlar ki Belediyespor takımı; Abdullah Avcı, Arif Erdem, Göksel Gümüşdağ ekseninden sebep Galatasaray maçlarına bilenmezler.

Şimdi ifade özgürlüğü var da, ifadenin de ifadesinin alınma özgürlüğü var. Sorarlar adama. Ya da sormazlar direkt yazarlar. Buyursunlar ; Mehmet Özdilek’li Antalyaspor’un Beşiktaş karnesi:

30/10/2008 : Bjk  3-0  Antalyaspor (Kupa)

28/01/2009 : Antalyaspor  0-2  Bjk  (Kupa)

01/02/2009: Bjk  1-0  Antalyaspor (Lig)

04/02/2009: Bjk  3-1  Antalyaspor (Kupa)

17/08/2009: Bjk  2-0  Antalyaspor (Lig)

29/01/2010: Antalyaspor  0-1  Bjk (Lig)

25/09/2010: Bjk  2-1  Antalyaspor (Lig)

Başkasının teknik direktörüne imalarda bulunmadan önce bir ön araştırma yapmak şart bence. Sonra bu tip acı sonuçlar falan çıkıyor, yazık yani koskoca adamlar böyle tongalara düşsünler.

Ne yani şimdi Galatasaray camiası da kalkıp Mehmet Özdilek’e gider mi yapsın? Bizde yok öyle yanlış kardeşim. Size kolay gelsin, bol sabırlar dilerim.

Maçın analizi mi? Allame-i Cihan olmaya ya da öküz altında buzağı aramaya gerek yok. İlk 10 dakika top çevireceğine yüklenirsin. Baskın sonuç verir de golü bulursan, Belediyespor’u “belalı” kılan organize savunma / dikine ve süratli kontraatak silahını elinden alırsın. Bir de acemice penaltı yaptırırlar; 2 fark yaparsın. Maçını izlersin rahat rahat.  Bu kadar da basit. Öyle İskender’i Ferrari ile eşleştirip de “noluyyooo yaaa” demekle olmaz bu işler yiğitler. Hadi bakıyım…

Bi de Milan Baros tabii ki.

yazan: jupp

Eylül 28, 2010 at 7:14 pm Yorum bırakın

15 Kasım 2009 ( Galatasaray Sözlük Vezirspor’da )

[Olduğu gibi yapıştırmış olduğum bir anı olacak aşağıda okumuş olacağınız yazı. Gecenin şu saatlerinde fotoğrafı görür görmez aklıma geldi ve konu hakkında hiçbir şey yazmamıştım daha öncesinde. Bir borç olarak gördüm diyebilirim bu yazıyı. Tüm Galatasaraylı dostlarımızın, abilerimizin, kardeslerimizin şerefine olsun.. ]

 

 

15 Kasım. Daha var 2 gün doğmuş olduğum güne…

unutmak mümkün değil bu habersiz sürprizinizi.  ilk maç 3.lük 4. lük maçıydı. takım kaptanı olarak son taktikleri vermiş bulunmaktaydım ki içimde heves kalmadı. hırsım kurudu.  düşününce böyle olmustu. herkes zaten galatasaraylı. oraya gelenin amacı da belli. oynayanın da, izleyenin de… bırakmasını söyledim takımımıa. Evet arkadaslar. Maça asılmıyoruz :) ne tarz bir oyun şekli alırsa öyle bitsin minvalinde açıklamalarınmı deklare ediyordum. sağolsun takım beni can kulağı ile dinlemiş.  4. olarak taraftarımızı selamlıyorduk 75 dakikalık maç sonunda. sunderland taraftarının havası, rüzgarı esiyordu altunizade’nin 40 yıllık vezirspor’unda. Ben böyle bir şey görmemiştim o güne dek. Yıllar önce lise turnuvasında ilk sene elenmiştik. Hazırlıktık. 2.sene 1.sınıfken yine elenmiştik ilk maçta. 3.senemiz lise 2’ye denk geldi. ( denk geldi işte) yarı finalde elendik. son senenizde ise tecrübemizle ortalığın tozunu attırmıştık. Demek ki aynı arkadaslarla 4 sene beraber oynamak böyle bir şeymiş demiştim.  kupa kazanıdırır o 4 sene. same like 17 may  2000 galatasaray – arsenal …

o gün bir baktım 2000 kişilik okul, hatunlar, liseli 1 ler 2 ler, nesildaşlarımız türlü türlü kutlamalar yapıyor. osman müdür madalya için cuma gününü bekleyin diyor. okulun son günü giderayak alacağız altınları. düşünün işte.

neyse abi bu anıdan daha önemlisi vezir’deki doğum günü kutlamasıdır. ilk maç bitmiş. takımım 4.olmus ve finalde oynayacak iki takımdan birinin kalecisi yok. söz vermişim sizin kaleciniz olacağım diye maçtan bir gün önce. gel gör ki oldum da zaten. öyle böyle derken fena bir performans sergilemedim ve kupayı kazanan takımın kalecisi olarak yağmur altında tur attım. rakip takımın kalecisi ise hakikaten mahalli liglerde nam salmış biri olan ” KEKEME SPİKER ” idi. ona karşı kupayı kazanmış olmak apayrı bir güzelliktir hayatımın unutulmazlarında…

sahanın içerisindeyim henüz. 4 gol yemiştim sanırım ama iki maçı üst üste çıkarmış olmanın müthiş bir yorgunluğu var vücudumda. İkinci maç için her ne kadar kalelicilik yapmıs olsam da kasım havası ve beraberinde getirdiği, yanından hiç eksik etmediği gece yağmuru var çıtırdan.

şöyle göz ucuyla baktım tribünlere. Eyvah eyvah, şenliğe bak demekten alıkoyamadım dilimi. Hahaha naraları atmaya başladım. Çünkü kenarda maytaplar, balonlar falan artık o anda ne varsa yakılmış; ortalık yıkılmış bir vaziyette gülüşmeler vardı. Sandım ki şampiyon takımın seremonisi var. Fakat sevinemiyorum aslında. İçten içe sevinç var. Her ne olursa olsun, kendi takımım ile, kaptanlığını yapmıs olduğum takım 4. de olsa, bir başka takımın kaptanını kırmayarak kalelerini korumustum. Başarıda az da olsa bir payım olduğunu bilmek inanılmaz mutlu etmişti ruhumu. Ama dedim ya dışarıya belli edemiyorum tam manasıyla bu sevinci. Kaybeden takımımın oyuncuları kenarda üzüntülü otururken sevinemem öyle açık ara :)

 

neyse şampiyonluk kutlaması mı ? napan, ne eden derken içeriye doğru bir sürürkleme yaşadım. yaklasık 35 40 kişinin ortasında  vezir’in meşhur Kırmızı Odasına doğru yol aldım. Duvarda tablolar, posterler, eskiye dair…

ahandra, kırmızı odadaki beyaz masanın üzerinde bir güzel pasta. üzerinde iyi ki doğdun kaje yazıyor ama beyin algılamıyor. yorgunluk, üşüme hissi derken hala şampiyonluk pastası sanıyorum…

işte başladılar arkadaslar, abiler sağolsunlar iyi ki doğdun kaje demeye. çakozladım durumu icabında. tek tek öpmeler terli merli…  sağolsun tekrardan toka’mız ayarlamış. essgi ve lari destek çıkmış ve böyle bir unutlmaz gece yaşanmış.  Hem sözlük tarihinde gördüğüm en kalabalık gece, hem de şahsıma yapılan en beklenmedik sürprizdi o güne dek.

en yakınımdakileri saysam ugur abi, cem abi, onur abi, irfan abi, hakan abi… dahası var mıydı abilerimizden bilmiyorum, daha doğrusu şu an hatırlamakta güçlük çekiyorum ama kardeslerimiz de vardı. çok kişi vardı…

 

sonuna doğru gelirsek ani yazılan şu yazımın, unutlmazdı işte.
annesi yanında olmayan, babası, dedesi, akrabaları, sevdiği yanında olmayan, şu dünyadan göçmüş olanların hüznünü yaşayan kimler vardı aramızda o gece bilemem amam o 2 -3 saat içerisindeki aile ortamını, sevinci hep beraber yaşadık ya, işte o bile mutlu etmeye yetti. her şey unutulmuscasına bir gülümseme, tıkış tıkış bir kutlama… ah ulan, plansız programsız yazıyorum ama aklımdan çıkmamıs o gece. tam 15 dakika önce başladım yazmaya ve şimdi sonlandırmak üzereyim. Kalın sağlıcakla. en kısa zamanda, en güzel anlarda birlikte olmak dileğiyle öpüyorum ulaaaaan hepiniziiiiiiiii!!!!!!!!!

 

 

Eylül 20, 2010 at 9:48 pm Yorum bırakın

Hakan-Arda-Referandum

Uzun bir zamandir gundemi mesgul eden referandum sona erdi. Sonuclari bu yazinin konusu olamaz tabi ki ama bu referandum surecinde biz Galatasaraylilari alakadar edecek iki olay oldu. ilki;  Hakan Şükür’un AKP Diyarbakır mitingine katılıp evet kampanyasına destek vermesi, ikincisi ise Belcika macindan sonra Arda Turan’in basbakanla yaptigi telefon gorusmesi.  Hakan Sukur’un o mitingde yer almasi eleştiri konusu oldu ama asil tartışılması, eleştirilmesi gereken noktalar üzerinde yeteri kadar durulmadı. Tabi ki konuşanlar dile getirenler oldu ama tartışma daha ziyade Hakan Şükür’ün siyasi görüşü üzerine oturdu.  Hakan Şükür-Fethullah Gülen ilişkisi malum olduğundan, Hakan’ın Diyarbakır mitingine katılması, siyasi görüşten öte gülen cemaatinin insanların hassas olduğu değerler üzerinde bir tehdit unsuru olarak görülmesinden mütevellit farklı algılandi ve reaksiyon da ona göre büyük oldu. Anlasilabilir bir durum ama her ne olursa olsun eleştiri ile hakaret birbirine karismamaliydi.

Peki esas elestiri konusu olmasi gereken noktalar nelerdi? Bana göre bunlar, devlet televizyonunda çalışan birinin bu propaganda içerisinde yer alması ve de bunu Diyarbakır mitinginde yaparak oradaki yüksek tansiyonu Galatasaraylı kimliğiyle düşürmeyi amaçlamasıydi. Zaten sporcu kişiliğiyle tanınan, sevilen insanların siyasi konular üzerine görüş beyan etmesini, kitleleri etkilemeleri açısından yersiz buluyorum. Sanatçılar da kitleleri etkileyen insanlar ama sanat-siyaset ne kadar iç içeyse spor-siyaset de o kadar birbirinden ayrık. Cunku sanatci dunya gorusunu sanatina mutlaka yansitir ve siz de ona gore seversiniz ama sporda bu yoktur. Bir sporcuyu her siyasi gorusten insan sevebilir ve hayranlik duyabilir, dolayisiyla da onun bir siyasi gorus belirtmesi kitleleri etkileyip yonlendirmek demektir. Tum bunlarin buyuk bir kitle tarafindan es gecilerek baska seylerin baska nedenlerle konusulmasi ve asagida bahsedicegim benzer olaya bakisin farkli olmasi asil vurgulamak istedigim konu esasinda.

Arda ve basbakanin telefon gorusmesi meselesinde ise tam tersi bir hava olustu. Kaldi ki Arda net olarak bir sey soylememis olmasina ragmen soylediklerine mana yuklendi. Helal olsun kocuma dendi. Simdi ben AKPnin baktigi yerin tam tersinden bakiyor olsam da buradaki iki yuzlulugu gormezden gelemem. Insanlarin kendi fikirlerinden olana aslan kaplan deyip karsit gorus beyan edenleri yerin dibine sokmasi mide bulandiriyor cunku. Arkadas sen Hakan Sukur’e siyasi goruslerinden vurup Arda’nin aciklamalarindan zoraki bir sey cikarmaya calisiyorsan en kibar ifadeyle haksizlik ediyorsun.

Bu iki olay aslinda ulkenin nasil bir kutuplasma icerisinde oldugunu gosteriyor. Kendinden olmayani o kadar oteki goruyor ki insanlar, Galatasaray efsanesi olmasina ragmen Galatasaraylilar tarafindan hakarete ugruyor Hakan Sukur ya da bizden bu cocuk demek icin kelimeler cimbizla cekilip aha Arda basbakana ayar verdi deniliyor. Ben dusuncelerimi yukarida acikladim ama esas meseleleri atlayip da boyle ikiyuzluluk icerisinde olanlarin bir karar vermesi gerekiyor. Ya adam gibi, sporcularin bu islere karismamasi gerektigini soyleyip, o fikir bu fikir demeden siyasi soylemde bulunan her topcuyu elestirecekler ya da kendilerinden olmayanlarin da konusmalarina saygi gosterecekler.

yazan: hadomer

Eylül 14, 2010 at 12:14 pm Yorum bırakın

Matem gününde matem futbolu

Mentalitesinden ve azminden her geçen gün uzaklaştığımız Taçsız Kral’ımızın, “fiziksel” vefatıyla aynı zamana denk gelen bir maç oynadı bu gece Galatasaray…

Daha doğrusu Galatasaray takımı diyelim. (futbol kelimesini araya kasten sıkıştırmadım) Sadece “Galatasaray” diye tanımlandırmanın, nice değere ihanet anlamına geleceği konusunda yüzbinlerce destekçi bulacağıma eminim.

Bu geceki maçta Gaziantepspor bizden çok daha bilinçli oynadı. Arkamıza sarkmak istediler, orta sahamıza çoklu pres yaptılar, hızlı çıktılar, teknik kapasitelerini iyi kullandılar, ilk kesiciliği muteber olan Yalçın & Emre ikilisiyle kontrolsüz uzaklaştırmalar yapmakta sakınca görmediler. Çünkü bizim takımın rakibi teslim alacak bir abluka kuramadığını bilmeyen yok.  Savuşturulan topların duvara çarpmışcasına tekrar geri gelmesi gibi bir risk yok. Karpaty’e elenmenin en ağır faturası da budur.

Portekizli ve nispeten eşit dağılan bir oyun oynatan bir hocadan, Tolunay Kafkas gibi organize defansın Türkiye şubesi olan hocaya geçiş konusu ne kadar sıkıntılıdır acaba? Ama sanırım bizim takıma “total futbol” sisteminin gelişi kadar sancılı ve sabır isteyen bir süreç olmadığı kesin gibi. Biz 1,5 senede çok şey kaybederek hala birşey elde edememişken; final cetvelindeki başaltı adayım Gaziantepspor takımı, 4-5 ay içerisinde hocasının isteklerine adapte olmuş görünüyor. Problemleri orta alanın ortasında servise çıkan adamlardaki fundemantal eksiklik. Çünkü sürekli hızlı çıkamayabilirsiniz. 2-0 öne geçip ciğeriniz tükenince 2-2 verebilirsiniz maçı. Gaziantep böyle devam ederse, birkaç hafta sonra bir bahis kuponuna “ilk yarı Gaziantep, maç sonucu berabere” bahsini yazmayı notlarımın arasına aldım mesela.

Galatasaray cephesinde ise bir değişiklik yok. Elimizde gaz lambalarıyla “futbol arıyoruz” diyerek sokaklarda dolaşacağımız günler çok yakın. Misimovic alışsa diye adamcağızın ayağına bakıyoruz.

Misimovic de umut verdi yalnız. Topa dokunuşları iyi, topla arası iyi. Kafasını kullanabilen bir adam olduğunu hızlıca yaptığı isabetli paslarla gördük.  Topu aldıktan sonra ne yapsam diye düşünüp de müspet hareket yapan adam yetenekli adamdır. Ama topu aldığında hemen müspet iş üretebilen adam hem yetenekli, hem de zeki adamdır. Top ona gelirken kafasındaki işlemcide senaryoları değerlendirmiştir çoktan ve hamlesini seçmiştir çünkü. Misimovic ikinci kategorideki adam sayımızı bir arttıracak gibi görünüyor. İlk maç için hiç fena değildi. Arkadaşlarını tanıdıkça çok büyük işler yapacağı kesin gibi. Ama iyi yönetilmesi lazım. Aydın Yılmaz ve Pino’nun aynı anda sahada yer aldığı kırılganlığı arttırılmış bir orta saha kurulumunda yer almaya devam ederse, bu akşam ilk maç olmasından dolayı doğal gördüğümüz hali sezon boyu devam eder, onu da söyleyeyim.

Gaziantepspor’un hızlıca ve dikine oynayabiliyor olduğunu gördük. Hatta bunu bizden daha iyi yapabildiğini de gördük ama, bu konu üzerinden Rijkaard’a laf etmek mantıksız olur. “Yüklenen Takım vs. Kapanan Takım” maçlarının akıbeti budur. Kapanan takımın kontra oyuncuları geniş alan bulma konusunda daha şanslılar. Ayrıca hızlı olmak mecburiyetindeler çünkü Galatasaray’a karşı, kağıt üstünde bile olsa, hızlıca gelip 5-6 savunma konumundaki adama karşı 3-4 kişiyle direkt paslar yapmak zorundalar. Ve iyi de yaptılar. Olcan Adın “pas mı versem, şut mu çeksem” sorunsalını hep yanlış ele aldığı için şanslıyız. Ismael Sosa oyuna adapte olamadığı için şanslıyız. Vahameti gösteren resimlerdir.

Insua’yı değerlendirmek için ise daha da erken Misimovic’e göre. Umut vermiyor değil. Ama kameralar bu gece Rijkaard’ın kendisine “bi yerinde dur lan” dediği anı yakaladı. İlk yarıda tehlikeli bir biçimde alanından pozisyon yemiştik zira. İlaveten “sol bekimiz nerede”  sorusunu da birkaç kez seslice dillendirdim maçı izlerken. Eğer oyun karakteri bu ise, ayarsız çıkışları takıma acemiliğinden değil de hamurundan kaynaklanıyorsa çok işimiz var demektir.  Zira 35-40 metrelik diagonal pasları isabetli atabilen herhangi bir takım, sağ açığı ve/veya süratli forveti ile kalemizi pek sık ziyaret edecektir.

Misimovic’in elebaşı olacağı bir takım oluşturmaktan başka şansı kalmadı sanırım Rijkaard’ın. Arda ve Elano’nun bu çetenin neresinde yer alacakları ise Demokles’in Kılıcı misali sallanacak tepemizde. Futbol tarihine geçecek sıkıcılıktaki ilk devrede gördük bunu. Arda’dan yana karamsar değilim ama, Elano konusunda sıkıntılıyım. Hazretin herhangi bir dizilime, herhangi bir mevkiye uyum göstermek gibi bir isteği yok.

Takımın savunmasına Insua adapte oldukça ve çıkışlarını ayarladıkça daha iyiye gideceğiz orası belli. Misimovic’in ilk maçı olduğu için şimdilik değinmiyorum ama, orta sahada böyle zeki ve teknik bir oyuncu varken neden hala 3 pas yapamıyoruz sorusunu kenara sakladım. Birkaç maç sonra çıkartmak istemiyorum. Zira bugün de, uzun zamandır olduğu gibi organize atak sayımız Galatasaray’dan ziyade Etimesgut Şekerspor standardındaydı. Baros’un canı çok sıkıldı. Kewell da Elyasa ile olan sürtüşmesi sayesinde oyunda kaldı. Yoksa O’nun da hevesi kaçacaktı.

Ama adamlar haklı, “seeen vaaaeaear yeaaeaea seeeean” tezahuratını benim arkamda yapsalar, kulübeden pijamalarımı isterdim. Yönetim acilen taraftar transfer etsin Anadolu şehirlerindeki her maçta çırpınan Galatasaraylılar arasından. Kontenjan sorunu da olmaz zaten.

Meramım bu kadardır maçla ilgili.  Uzattık biraz  kusura kalmayın, onun yerine sağlıcakla kalın.

yazan: jupp

Eylül 13, 2010 at 11:04 pm Yorum bırakın

Sıra Şampiyonlukta

Thisisthebesttillwedobetter’in da belirttiği gibi Sırbistan maçının ne analizi olur, ne de taktiği konuşulur. Çok mu iyi oynadık, hayır. Doğru mu oynadık, hayır. Sırpları durdurabildik mi, hayır. Ama öyle büyük bir yürek koyduk ki ortaya, öyle mücadele ettik ki yenilmemizi basketbol tanrısı istemedi. Sırplar, özellikle de Teodosic inanılmaz yüzdeli ve akıllı oynadı. Buna rağmen kazanan biz olduk.

Artık finaldeyiz! Dünya’ya yüreğimizle neler yapabilceğimizi, isteyince ve inanınca nerelere gelebileceğimizi gösterdik. Rakip Amerika, bu maçta neleri yapmalıyız neleri kesinlikle yapmamalıyız kısaca değinelim. Öncelikle 40 dakika boyunca yılmadan alan savunması yapmalıyız. Men to men’i denememek bile düşünülebilir. Alan savunmasıyla başlamak bizi ne küçük düşürür ne de şanımızı gölgeler. Kazanmak için her yol mübahtır. Bizim orta sahadan başlayan baskılı ve müthiş özverili alan savunmamıza bu Amerika takımının efektif hücum edebileceğine ihtimal vermiyorum. Yapmamız gereken bir diğer şey, topu mutlaka oyun kurucularla ve Hidayet’le getirmeliyiz. Bu oyuncular baskı altındayken bile ne uzunlarla ne de diğer forvetlerimizle top getirmemeliyiz. Eğer diğer oyuncularla top getirmeye kalkarsak mutlaka top kaybı yaparız ve fast break yeriz. Amerika’nın keskin bir fast break takımı olduğu düşünülürse, hücumda şutlarımızı seçerek kullanmalı ve geriye çok iyi koşmalıyız. El üstü ve zorlama kullandığımzı her şut bize fast break olarak dönecektir. Amerika’nın en önemli oyuncusu tartışmasız Durant. Durant’i savunurken aşırıya kaçmamalı onun üstüne yoğunlaşıp diğer oyuncuları devreye sokmamalıyız. Durant atacaktır, durdurulamaz sadece yavaşlatılabilir. Durant savunmasını Kerem Gönlüm’le yapmak bize fayda sağlayacaktır. Penetrelerine de yardım getirirsek etkinliği azalır. Yardım savunması bu maçta çok kritik, çünkü Amerikalılar yardımlara ceza kesemeyen ve bire biri sonuna kadar zorlayan yapıda oyuncular. Baştada belirttiğim gibi bizim için kilit nokta alan savunmasını ne kadar kullanacağımız. Bana kalırsa 40 dakika alana hücum ettirmeliyiz onları. Bu bize mutlaka şampiyonluk kapısını açacaktır.

Bu maçta favori kuşkusuz ABD. Ama hangi maçımızda net favori olduk ki. Hepsinde bir şekilde vurup gitmeyi bildik. İnanıyorum ki savunma ve hücumda çok büyük yanlışlar yapmadığımız sürece bu maçta da vurup gitmenin ve şampiyon olmanın bir yolunu bulacağız. Sizlere güveniyoruz dev yürekli adamlar!

Eylül 12, 2010 at 10:00 am 3 yorum

Hakedilen Final

Turnuva başlamadan önceki son hazırlık maçında Arjantin’e yenilmemize rağmen artık hazırız demiştim. Hayal kurduğumu düşünenler oldu mutlaka. Sırbistan maçı ile gelen final, benim gibi inanan 12 yürekli adamın anasının ak sütü gibi helaldir. Fransa ve Slovenya maçlarından sonra Sırbistan maçının teknik analizi olmaz demiştim. Maç sonrası da bir analiz yapmanın bir anlamı yok. 12 Dev Adam sahaya yüreğini koyarak, kötü oynadığı maçı bile kazanmasını bildi. Artık finaldeyiz. Finale çıkan takım güçlüdür, A.B.D.’nin de bizden, en az bizim onlardan çekindiğimiz kadar çekiniyor olması lazım. Turnuvanın başından beri, A.B.D.’yi yenecek tek takım Türkiyedir cümlesini duyuyoruz, bunu gerçekleştirme fırsatı artık elimizde. Bu maç için de çok fazla yazacak bir şey yok. Kaybetmemeye yeminli 12 koca yürek bu maçın da üstesinden gelecektir. Gelemeseler de canları sağolsun, Türkiye’ye bu gururu yaşattıkları için her türlü teşekkürü hak ediyorlar.

Elinize, bileğinize, yüreğinize sağlık!

yazan: thisisthebesttillwedobetter

Eylül 12, 2010 at 8:27 am 2 yorum

Final Four

Dünyanın Basketbolunda sona yaklaşıyoruz. Son dört belli oldu, üçü yenilgisiz. Dün oynanan maçlarla başlayalım yazıya.

A.B.D. – Rusya:

Maç öncesi koçların atışmasında ortam biraz gerilmişti ama bu maça yansımadı allahtan. Rusya maça hızlı başlayan taraftı. Özellikle dış atışlardaki yüzdeli isabet oranı ile sayılar bulurken, A.B.D. güç fakıyla bulduğu basket-faullerle üçer üçer ilerliyordu. David Blatt takımını çok iyi hazırlamış ve motive etmiş. Gruplardaki Rusya’dan daha farklı bir Rusya vardı parkede. A.B.D.’den korkmayan ve yenebileceğine inanan bir Rusya. Son çeyreğe kadar da seyircilere de inandırdılar ama olmadı. Son çeyrekte vites artıran A.B.D., maçı da 89 – 79 kazanmayı bildi. Sert savunma karşısında bocaladığını gördük A.B.D.’nin. Karşısında dirençli bir takım olduğunda uçup, kaçan oyuncuları yeterli alanı bulamayınca skor da kısır kaldı.

Litvanya – Arjantin:

Favorilerden Brezilya’yı güzel bir oyunla eleyen Arjantin’den Litvanya’yı da geçmesini bekliyordum. Bu turnuvada beni tek yanıltan takım da Arjantin oldu. Her iki eleme turunda sadece Arjantin’in maçlarında yanıldım. Maça dönersek; Litvanya, 12 Dev Adamvari bir savunma ile başladı. Scola ve Prigioni’nin ikili oyunlarını çok iyi çözen Litvanya, Scola’nın da berbat performansı eklenince, savunmada kaptığı topları hücumda fast-break ve üç sayılık atışlarla değerlendirerek devreye 20 sayı önde girdi. İlk yarıya damga vuran istatistik; Litvanya’nın 8/9, Arjantin’in 0/9 üçlük yüzdesi oldu. Turnuvanın sayı kralı Scola da, toplamda 4/12 ile hücum edince Arjantin’i Jasen’in çabaları kurtaramadı. Benzer geçen üçüncü periyodun ardından, dördüncü periyotta Arjantin imkansız için kastı ama Litvanya Jasaitis’in, özellikle son çeyrekteki oyunu ile farkın kapanmasına izin vermedi ve 104 – 85 kazanarak A.B.D.’ye rakip oldu.

Yarı final eşleşmeleri:

Sırbistan – Türkiye:

Rusya-Yunanistan-Fransa ve Slovenya maçlarında korkularımızı boşa çıkaran 12 Dev Adam’ın bu maçta da benzer bir his yaşatmasını bekliyorum. Turnuvanın başından beri yaptığımız sert ve baskılı savunmayı devam ettirip finaldeki rakibimizi bekleriz diye düşünüyorum. İspanya maçının kahramanı Teodosic’in artan kendine güveninin bu maçta onu yakmasını istiyorum. Pota altında ise Krstic’e bizim uzunların göz açtıracağını sanmıyorum. Yalnız, Slovenya maçında giren yüksek yüzdeli dış atışlara kanıp bu maçta dış atışlara yüklenmek hata olabilir. Zira o maç ekstra bir maçtı, tıpkı dünkü Litvanya-Arjantin maçındaki Litvanya gibi.

A.B.D. – Litvanya:

Arjantin maçındaki performansı Litvanya’yı bir adım öne çıkarsa da A.B.D. ucuna kadar geldiği finali kolay kolay bırakmayacaktır. Sert ve kısır geçmeye aday bir maç. Savunma disiplininden ödün vermezse, Litvanya’nın finale çıkacağını düşünüyorum. Daha doğrusu benzer basketbol oynayan iki ülke, Türkiye ve Litvanya’nın final oynamasını istiyorum. Olur da Sırbistan’a elenirsek, A.B.D.’nin kazanıp Litvanya’yı karşımıza göndermesini tercih ederim.

Eylül 10, 2010 at 8:09 am Yorum bırakın

Finale Yürürken

Dünya Basketbol Şampiyonası 2010 Türkiye. Bu cümleyi hayatımız sonuna kadar hatırlayacağız. Nasıl Avrupa Basketbol Şampiyonası 2001 Türkiye’yi unutmadık. Bu cümle, bu şampiyona da unutulmaz olacak. Turnuvaya geldiğimiz yolda, önceki şampiyonalarda yapılan onca hataya inat; takım bu sene inanılmaz bir birlik beraberlik içinde hareket ediyor. Turnuva başından beri oynanan maç sayısı 7, galibiyet sayısı da 7. İddia ediyorum dünya 92 Dream Team’den beri böyle domine bir takım görmedi. Her rakibe ciddi fark atıyoruz, hem oyun olarak hem skor olarak. Her defasında bu rakip ciddi bu rakip zorlu dikkat dedik ama Dev Adamlar öyle yürekli oynadılar ki bizi de susturdular. Rakibin o kadar da önemli olmadığını işin kafada bittiğini herkese gösterdiler.

Takıma baktığımız zaman geçen seneden bu yana değişen şey yılmadan, sıkılmadan savunma yapmaları ve bu savunma basketbolundan zevk almaları. Gerek bireysel, gerekse takım halinde savaşan tabiri caizse savunmadayken rakip kim olursa olsun rakibine meydan okuyan bir takım olmuşlar. Basketbolun doğrularını çok az yapmalarına rağmen öyle özverili, öyle isteyerek oynuyorlar ki başarı kaçınılmaz oluyor.

Yazının bu kısmında amacım göz önünde ki başarıyı gölgelemek yada karalamak değil. Bunu baştan belirteyim. Ancak bazı doğruları konuşmamız lazım eğer gerçekten finale yürümek istiyorsak.

Zaten zayıf olan rakiplerimize değinmeden geçicem.

Yunanistan maçıyla başlayalım; Yunanlar yıllardır çekirdek bir ekiple oynar ve milli takımdan ziyade artık bir kulüp takımı gibi ülkeydi. Ancak önce Alvertis ve Hatzivrettas, ardından da Giannakis’i kaybetmek resmen ruhlarını kaybettirmiş Yunanlara. Diamantidis formsuz ve sakatlıktan yeni çıkmış. Spanoulis bütün rakip savunmanın baskısı üzerinde ve yardımcısı yok. Calathes sistemin içine dahil olmaya çalışan ancak tam anlamıyla bir çaylak. Zisis hayatı boyunca sakatlıklar yaşamış, ona rağmen bu turnuva da az çok sistem içinde ayakta kalan bir adam. Yunan guardların durumu böyle olunca uzunlarına değinmeye bile gerek kalmadı, çünkü servis alabilecekleri bir dış adam kalmadı.

Rusya ikinci ciddi rakibimizdi; kendileri Türkiye’ye gelirken J R Holden ve Krilenko ile zaten kafadan takımın yarısını bırakıp geldiler. Guard mevkisinde Ponkrashov, Bykov ve Fridzon’a bel bağlamaları çaresizliklerinin bir diğer adıydı. Ancak yine de Ruslar disiplinli ve doğru bildiğinden ödün vermeyen bir sistem takımıydı. Kazandık ve yolumuza devam ettik.

Porto Riko maçına aslında pek değinmeye gerek yok. Yine de baktığımız zaman onların kaos basketbolu, düzensizliği bizi bozabilirdi. Buna izinvermedik. Arroyo sakatlanınca J J Barea yegane güvenebilecekleri guarddı. Barea’da temastan kaçmayan ve tempoyu seven bir guard olduğu için yorgundu. Onların sıkıntılarından faydalanarak kötü oynadığımız maçı sonu sıkıntılı olsa da iyi bitirdik.

Fransa buraya en eksik gelen takımlardan birisiydi. İlk maçlarında İspanya’yı yenmeleri onlara gruptan çıkma şansı tanıdı. O aldıkları ekstra galibiyet ve Yeni Zelanda karşısında 12 sayı farkla mağlup olunca 2. turda karşımıza çıktılar. Hiçbir kaynağa bakmadan Parker-Turiaf-Pietrus bir çırpıda saydığım eksikleri. Vitesi 5’e almış milli takımımıza 15 dakika dayanabildiler ve mağlup oldular.

Çeyrek final, rakip Slovenya; Slovenler en az bizim kadar tutkuları ve motivasyonlarıyla oynayan bir takımdı. Her maçtan önce okudukları milli marşta bile motivasyonlarını görebiliyordunuz. Ülkelerinden gelen ve her maç takımı çılgınca destekleyen yaklaşık 7000 taraftar takım için itici güç oluyordu. Çok doğru ve hoş bir basketbol oynuyorlardı. Eksikleri bolca vardı ve bu rotasyonda sıkıntı yaratmaktaydı Slovenlere. Baktığımız zaman Nesterovic-Lorbek-Smodis-Beno Udrih gibi adamlar çeşitli nedenlerden dolayı şampiyonaya gelemediler. Özellikle pota altındaki eksikler büyük sıkıntı yarattı Slovenlere. Artık zaman oyuncusu Brezec ilk beş oyuncusu olmak zorunda kaldı. Bütün eksiklerine rağmen onurlu bir şekilde mücadele ettiler ve çeyrek finale kadar yürüdüler. Ancak ne savunmamıza direnebildiler ne de çok ekstra soktuğumuz şutlarımıza. Bu büyük başarımızda rakiplerde ki eksiklerinde katkısı tartışmasız vardır!

Artık yarı finaldeyiz ve rakip Sırbistan. Sırplar her yaş grubunda istisnasız bizi yenen bir takım. Turnuvaya ufak tefek sıkıntıları saymazsak bizimle birlikte en tam gelen takım Sırplar. 12 kişilik rotasyonu dibine kadar kullanan ve her isimden katkı alan bir takım. Bütün oyuncuları Yugoslav alt yapı eğitiminin getirisi olarak basketbolu çok iyi bilmekte ve muhteşem görev adamı. Her turnuva yıldızını sistem içinden çıkaran Sırplar bu yılda Savanovic’i hediye ettiler bizlere. Anlatmak istediğim şu; ilk defa bu kadar büyük bir sistemle ve eksiksiz bir kadroyla karşılaşacağız. Kısalarından Teodosic dahil çekinmemekle birlikte; Krstic-Savanovic-Macvan-Keselj-Velickovic gibi adamları savunabileceğimizden emin değilim. İspanyollar büyük baskı kurmalarına rağmen Sırplardan tam 92 sayı yediler. Kimse o maçta İspanyollar için kötü savunma yaptı diyemez ama Sırplar en büyük baskıların bile altından muhteşem hücum sistemleriyle kalktılar. Biz tartışmasız turnuvanın en iyi savunma yapan takımıyız; Sırplar da yapıları gereği en doğru şutu bulan takımı. Çok zor bir maç olacak. Bekle bizi final gümbür gümbür geliyoruz havasına girdik ki, çok tehlikeli sonuçlar doğurur. En önemli detaysa Tanjevic’in karşısında ilk defa kendi jenerasyonundan bir isim olan İvkovic olacak. Sırp takımının yapacaklarından daha önemlisi İvkovic’in yapacaklarıdır benim gözümde. Sırpları bir adım önde görmekle birlikte yanılmayı Allah’tan diliyorum.

Eylül 9, 2010 at 12:12 pm 4 yorum

Türkiye-Slovenya Maçına Dair

 Bir önceki dünya şampiyonası değil daha bir sene önce 2009 eylülde polonya’da karşılaştığımız ve 69-67 kaybettiğimiz maç hafızamızdayken ne oldu da 95-68 gibi bir skor çıktı ortaya maddeler halinde sıralamaya çalışalım;

 – Tanjeviç’ten başlamak isterim, 2009 avrupa şampiyonası boyunca (ve daha öncesinde) rotasyon konusu en büyük eleştiri unsuru olmuştu, dışarıdan bakıldığında saha içinde ve dışındaki kimsenin keyif aldığı izlenimi görülmüyordu. (en azından bu dünya şampiyonasında herkesin keyif aldığı gün gibi ortada) Fazla kurcalama hocam bozuluyor bak sonra diyesim geliyor hep.  

– Bunu söylemek için basketbol dahisi olmaya gerek yok; iyi savunma ile yenemeyeceğimiz takım yok. Sahada yer alan 5’in 4’ü için dış atış yapmak üstelik yüzdeli atmak çocuk oyunu gibi adeta. Bu yüzden içeriden oynayamasak da dışarıdan atmamız sayesinde hücumda bizi durdurmak çok kolay olmamaktadır. Lakin dışarıdan atmak her basketbolseverin bildiği gibi en son başvurulması gereken çaredir. (kaleyi içeriden fethetmek gerekir diyerek klasikleştireyim de tam olsun.)

 – 2009 dan farklı olarak Lakoviç, Nachbar, Beciroviç yada Dragiç’in ne yaptığı yada ne yapamadığı üzerinde durmak çok doğru gelmiyor bu maç değerlendirmesinde (yapmak lazımsa illa ki Lakoviç’i o maç kilitlemiştik bu maçta da varlık göstertmedik, Nachbar o maç 16 sayı atmıştı bu maç da 16 sayı attı, buradan yola çıkarak bir yere varamayız onu demek istiyorum); çünkü bizim oyuncularımızı da tek tek ön plana çıkarmak çok doğru olmayacaktır. Takım olarak ilk periyotta yalnızca dış atışlara yönelip savunmayı yumuşak tutmamız korkutmuş olsa da beklenen-istenen anlayış ikinci periyotla beraber topu içeriye indirmemiz ve etkili savunmamızla birleşince daha 15. dakikalardan sonra maçın kaderi çizilmiş oldu ve öngördüğüm şekilde rahat kazandık. (ki bu benim düşüncem maçtan önce cnyvz arkadaşımızın Kuş Bakışı 12 Dev Adam başlıklı yazısının yorum kısmında yer almaktadır.) Ayrıca farkın açılmasıyla beraber asla o kadar boş pozisyon verdirmeyip en az 10 sayı daha attırmayabilirdik bu da sloven cephesinden böyle biline  .

 – Yukarıda cümle içerisinde geçen yüzdeli dış atış konusunu açmak gerekirse; sahada aldığı dakika göz önüne alınınca Kerem Tunçeri, Ömer Onan, Ender Arslan, Sinan Güler, Hidayet Türkoğlu, Ersan İlyasova takımımız için çok büyük şans hem dışarıdan yüzdeli atmaları hem de topla dışarıda buluşup içeriden kendisini tutan oyuncuyu (eşleştiği yada match up ne dersen ona) dışarı çıkararak Semih Erden-Ömer Aşık’ın işini kolaylaştırmaktadır.

 – Sonuç olarak doğruları ne kadar yaptığımıza paralel olarak; skor olarak da keyif olarak da hem oyuncularımız hem tribünler hem ekranları başında izleyenler halinden oldukça memnun. Yolumuz açık olsun (her ne kadar yolun sonuna -yarı finale- gelmişsek de, iki maç kaldı şunun şurasında kupaya uzanmaya )

          

 – Sözü Tanjeviç’ten açmışken Tanjeviç’le bitirelim derim; Mehmet Okur konusunda kendisini eleştirmemizin en büyük nedeni hem içeriden etkili olması hem de tıkandığımız noktada yukarıda yazdığım gibi dış şutu yüzdeli atabilmesiydi. (sakatlık nedeniyle 2010 için değil tabii ki eleştirim önceki başarısız turnuvalara yönelikti.)

 – Not: Yarı finalde karşılaşacağımız Sırbistan’ın yaş ortalamasına ve hangi jenerasyonu oluşturmuş olduğuna bir bakalım ve 2004 yılından bu yana kurula(maya)n jenerasyon hakkında ileride birkaç satır karalamak boynumuzun borcudur diyerek bitirelim.

Eylül 8, 2010 at 10:16 pm 4 yorum

Arjantin – Brezilya Maçının Ardından

Doğu Avrupa’da bir Güney Amerika derbisi oynandı dün akşam. İstanbul Sinan Erdem Spor Salonu’nda iki ezeli rakip çarpıştı.  Maçla ilgili en ilginç detay şüphesiz Brezilya coachu Magnano’nun Arjantin’de çalışması ve burda büyük başarılar yakalamasıydı. Maçla ilgili thisistebesttillwedobetter‘la gün boyu mesajlaştık ve yorumlarda bulunduk. Genel kanımız Brezilya’nın favori olduğu ve Huertas’ın çok formda olduğu maçın kilit adamı olacağı yönündeydi. Ancak kendisine hemen hemen her mesajımda gönlüm Arjantin’den yana ayrıca Prigioni > Huertas diyordum.

Karşılaşma başladı ve ilk çeyrekte gözlerin üstünde olduğu Huertas Prigioni ikilisi karşı karşıya geldi. Coach Magnano Arjantin’i çok yakından tanıdığı için Prigioni’nin yedeksiz olduğunun farkındaydı. İlk hücumlarda topları Huertas’la kullandılar ve Prigioni’ye 3 dakikada 2 faul aldırmayı başardılar. Huertas maça çok iyi başlamıştı ve Prigioni kenara geliyordu. Brezilya oyunun kontrolünü eline aldı, Barbosa’yı da devreye sokarak vurup gitmek istedi. Ancak Arjantin’in geri adım atmaya niyeti yoktu ve Delfino-Scola ikilisiyle maça ciddi manada asıldılar. Maç kafa kafaya gitti 40 dakika boyunca ancak Arjantin Prigioni’nin sazı ele almasıyla ve oyunda kaldığı her dakika üst düzey oynamasıyla birlikte belli dönemler hariç bütün maça hakimdi. Sadece vurup gidecek güçleri yoktu. Bench katkısı minimum olacağı beklenen Arjantin bu konuda da Brezilya’dan daha etkin olunca; Brezilya tamamen yıldızlarının eline kaldı. Huertas bence Magnano’nun Prigioni hamlesi olarak kullanmaya başladığı şutları soktuğunu görünce devam etti, aslında soktu da. Ama bu şutlar takım dinamiğini ve en önemlisi de Splitter’in ritmini bozdu. Splitter üzerinde Oberto’nun da harika savunmasını es geçmemek lazım.

Arjantin için maçtan önce ilk beş oyuncuları ne kadar bir arada oynarlarsa o kadar kazanma şansları çoğalır demiştim. Dünkü maça baktığımızda Oberto’nun uzun süre aldığını, Scola-Delfino’nun sadece 1 dakika dinlendiğini ve Prigioni’nin savunmada oturup hücumda oynadığını gördük. Arjantin adına doğrularda bunlardı. Eğer oyunun iki alanında da tempo yaparlarsa kendilerinden daha atlet olan ve daha genç olan Brezilya’yı yenmeleri mümkün değildi. Tam bu noktada Coach Hernandez’in kritik hamleleri girdi devreye. Mesela ilk 3 dakikada 2 faul alan Prigioni 3. faulunu maçın bitimine 4 dakika kala yaptı. Prigioni’yi savunmalarda yanına alan Hernandez, hücumlarda sahaya sürdü. Dünkü maçta Prigioni resmen NFL hücum takımı oyuncusu gibiydi. Bunun yanında Arjantin maçı Prigioni Scola ikili oyunlarıyla kazanırken, Brezilya her defasında bu ikili oyunlara savunma hatasıyla karşılık verdi. Yardıma gelen uzun hücum tehditi çok az olmasına rağmen Prigioni’nin üstünde kaldı ve Scola her defasında boş şut buldu. Turnuvada god mode on şeklinde oynayan Scola’da her defasında bunları cezalandırdı. Bunun dışında Delfino tam bir lider gibiydi ve takımı ne zaman sıkışsa taşın altına elini koydu. Gerek şutları gerek penetreleri görülmesi gereken bir solo performanstı. Ancak Arjantin’te en önemli nokta şuydu; sıcak adamın üstüne gittiler. Scola çılgın atıyorken onun üzerinden, Delfino solosunda onun üzerinden oynadılar. Hatta ekstra katkı veren Jasen’in üzerinden bile iki oyun oynadılar. Brezilya ise bütün takım dinamiklerini bozarak ve basketbolun doğrularına ihanet ederek Huertas ve Barbosa dışında neredeyse top kullanmadı.

Sonuç olarak hakeden ve doğruları yapan takım olan Arjantin kazandı. Maçtan önce dilediğim şey gerçekleşti. Sıra thisisthebesttillwedobetter‘ın dileği olan Sırbistan-İspanya maçının İspanya galibiyetiyle sonuçlanmasında.

Eylül 8, 2010 at 8:53 am 5 yorum

Kuş Bakışı 12 Dev Adam

 

Şampiyona başlamadan evvel bu kadrodan ve teknik heyetten pek umudum yoktu açıkcası. Biz Galatasaraylıların meşhur bir lafı vardır ‘’ Rapid maçıyla başladık’’ diye. İşte 12 Dev Adam’da Fildişi maçıyla başladı. Benim haricimde herkes bu takımdan oldukça umutluydu. Benim elimde ise umut beslememek için net veriler mevcuttu. Mevcut coaching ve federasyonla homojen bir yapı sağlanıp emin adımlarla başarıya yürülebileceğine inanmıyordum.

Herkes Tanjevic ve ekibinin turnuvalarda başarılı olduğunu savunuyordu. Ben ise aksine turnuvalarda başarısız olduğumuzu düşünüyordum. Tanjevic ile gidilen turnuvalarda alınan kazanılan dereceler aşağıdaki gibidir;

2005 Avrupa Basketbol Şampiyonası: 16 takımlı turnuvada 12. olduk

2006 Dünya Basketbol Şampiyonası: 24 Takım içinde 6. olduk

2007 Avrupa Basketbol Şampiyonası: 16 Takım içinde 12. olduk

2008 Olimpiyat Oyunları: Katılamadık

2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası: 16 Takım içinde 8. olduk.

Görüldüğü gibi hiçbir turnuvada çeyrek final ötesini görememişiz. 1952’den beri Olimpiyatlarda yokuz. Kimse kusura bakmasın ama Dünya Şampiyonasında 6.lık benim açımdan başarı değildir. Potansiyelsiz genç bir takım oluruz tamam ama biz tarihimizin en iyi jenerasyonuyla bunları yapabiliyorsak kimse başarıdan bahsetmesin.

Bugüne dönelim;

Turnuva Fildişi maçıyla başladı. İyi savunma zayıf rakip bileşeniyle rahat bi galibiyet aldık. Arkasından Rusya maçına çıktık, Blatt’ın takımı önemli oyuncularından yoksun gelmişti buraya. Burada olmasına rağmen de Khryapa’yı bizim maçta kullanamıcaklardı. Ayrıca en önemli kısaları Ponkrashov’da formsuzdu. Bütün bunları alt alta yazınca kazanmamız gereken maçı kazandık ve yolumuza devam ettik. Üçüncü maçımız grubun 1 numaralı favorisi Yunanistan’laydı. Zone’a oldukça tepeden başlamak ve ayakların üstünde kalmak Yunanistan maçının anahtarıydı. Savunmamızın delindiği pozisyonlarda ise Yunanlar gerek boş şutlardan gerekse ikili oyunlardan faydalanamadı ve rahat bir galibiyet aldık. Bu maçın önemi hem turnuva genelindeki rakiplere mesaj vermek, hemde Rus maçının ardından rehavet yaşamadan yolumuza devam etmekti ve başardık. Porto Riko maçında diğer maçlara oranla daha kötü görünsekte rahat tempoda maç kazanabileceğimizi gösterdik. Rakipte bize bela olabilecek tek oyuncu Barea oldukça yorgundu ve bizde Onan’la çok iyi kilitledik. Maç o kadar rahat tempoda oynandı ki Ersan İlyasova basketbolun doğrularına ihanet ederek saçma bir şut kullandı. Porto Riko daha tecrubeli bir takım olsa bize unutamayacağımız bir sürpriz yapabilirdi. Son maçımızı Çin’le oynadık. Rakip 4.lüğü bizde liderliği garantileyince formalite maçı oynandı. Az süre alan oyuncularımız oynama fırsatı buldu ve ezici bir galibiyet alarak ikinci tura moralli çıktık.

2.Tur Rakip Fransa;

Fransa gruplara İspanya galibiyetiyle sükseli bir başlangıç yapsa da devamını getirememiş ve son maçında lakayıtlığı sonucu Yeni Zelanda’ya 12 sayı farkla mağlup olarak rakibimiz oldu. Maçın düşük skorlu ve savunmaların konuşacağı bir karşılaşma olmasını bekliyordum ama Fransa hiçbir hamlemize cevap veremedi ve tarihi bir mağlubiyet aldı. En önemli oyuncuları De Colo-Gelebale-Batum-Pietrus’tan istedikleri verimi alamadılar. Rakipte ayakta kalan tek isim Diaw oldu. Bizde ise Hido’nun muhteşem oyunu ayakta alkışlanırken, Sinan Güler ve Kerem Tunçeri’de çok üst düzey oynadılar. Yalnız gerek grup gerekse bu maçta dikkatimi çeken detay; tempo düşükken yarı sahada hiçbir şey üretememiz. Her hücum el üstü atışlara kalıyoruz ve ilginçtir atışların zorluk katsayısı yükseldikçe isabet oranımız da aynı oranda yükseliyor. Sete sette üst düzey post oyunu olan uzunumuz olmadığı için sıkıntı yaşamamız kaçınılmaz gibi duruyor. Ancak bu eksiğimizi pick n rollerde agresif bir şekilde potaya giderek ve penetre edip boş şut yaratarak giderebiliriz. Biz bunları çok az uyguladık.

Çeyrek Final Rakip Slovenya;

Turnuva başından beri milli takımımızla birlikte en sıkı takip ettiğim takım Slovenya. Hatta öyle sıkı takip ediyorum ki neredeyse fan’ıyım diyebilirim. Taraftarlarının bağlılığı,takımın yüreği,oynadıkları ders niteliğindeki basketbol  en önemlisi motivasyonları ve basketbol tutkuları beni kendilerine bağlayan detaylar. Buraya gelirken Nesterovic ve Lorbek gibi iki önemli uzunlarını getiremediler ancak Brezec sınırlı kapasitesini yüreğiyle birleştirip önemli işler yaptı. Diğer uzunlarıysa tanıdık bir isim Vidmar. Beno Udrih hazırlık kampı boyunca Lakovic’in kendisinden fazla süre almasından şikeyet etti ve kamptan ayrıldı. Coach Memi Becirovic ekolünün başarılı temsilcilerinden. Guardları Dragic-Lakovic oldukça formda. Bence en önemli oyuncuları olan Boki Nachbar ise bu turnuvada çok fit ve motive. Yedekten gelip her şart altında takıma maksimum katkı veren Klobucar ve Slokar gibi oyuncuları var.

Hepsinden önemlisi de tam bir takımlar. Çok doğru basketbol oynuyorlar ve oyunun her iki alanında da birlikte hareket ediyorlar. Biz keskin bir savunma takımıyız, iyi bir savunmamız bizi ciddi manada yukarı taşıyabiliyorken; Slovenler bizden bir level aşağıda bir savunma ve bir level yukarıda bir hücum takımı. Dengeli ve güçlü bir ekip, sahada ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar ve her kilidi açacak anahtarlara sahipler.

Maçtaki kritik eşleşmeler;

Dragic – Tunçeri

Lakovic – Onan

Nachbar – Türkoğlu

Bu eşleşmelerde rakibini hücumda yavaşlatan kazanır.

Son olarak şunu ekleyeyim yazıma; bu maç finalin adı ne olursa olsun turnuvadaki en güzel maç olacak. İspanya Sırbistan Abd’nin olduğu yerde erken final demek haksızlık olur ama finalden güzel olacağını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Çarşamba akşamı için bütün işlerinizi iptal edin ve 12 Dev Adam’ın en az kadar kendileri kadar dev olan Slovenler’le oynayacağı maçı kaçırmayın.

Yazıyı sonlandırmadan önce blog ekibine yeni katılan arkadaşlara hoş geldiniz diyorum. Herkesin bilgisi ve ekleyeceği yazılar bizler için çok önemli. Yeni gelenlerin hepsi birbirinden kıymetli ancak bir kişiye özel paragraf açmam lazım; thisisthebesttillwedobetter.. Üstadımla aynı blog ortamında yer almaktan duyduğum memnuniyeti kelimelere dökmem mümkün değil. Kendisi gerek sözlük ortamında gerekse diğer ortamlarda en saygı duyduğum insanların başında gelir. Engin bilgisinden faydalanmak çok güzel olacak. Aramıza hoş geldin ağabey..

Eylül 6, 2010 at 5:10 pm 6 yorum

Older Posts


Nisan 2024
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930  

İRTİBAT

tamsahablog@gmail.com

Twitter

follow me

sahaya giren

  • 80.427 kişiden birisin!

Yazar Arşivi

Doctor

best

best